Eski bir İstanbul adeti:
Muharrem goygoycuları

Goygoy, günümüzde sözlüklerde geçen ilk anlamında kullanmadığımız kelimelerden biridir. Yansımalı ses olan goygoyun sözlüklerdeki ilk anlamı şöyle geçer: “Muharrem ayında kapı kapı dolaşıp yiyecek maddesi dilenenlerin söyledikleri mâni, kaside vb.” şeklinde geçiyor. İkincisi ise hepimizin duyar duymaz aklımıza gelen mecaz anlamı: Bilgisizce ve gereksiz yere yapılan konuşma.

Sözlüklerde goygoya iki anlam verirken goygoycuya dört anlam verilmiş. İlki “Eskiden muharrem ayının ilk günlerinde gruplar halinde dolaşarak dilenenler için kullanılan bir tabir.” İkincisi şakşakçı, üçüncüsü Bilgisizce ve gereksiz yere çok konuşan kimse ve dördüncü dilenci. Bugün goygoycu denilince akla şakşakçı ve boş konuşanlar geliyor. Muharrem dilencileri anlamı unutuldu.

Eski İstanbul’u ve âdetlerinden bahseden kitaplarda teferruatlı bir şekilde anlatıldığı üzere İstanbul’a has âdetlerden biri de Muharrem ayının ilk on günü goygoycu adı verilen engellilerden oluşan bir grubun topluca dilenmeye çıkmaları idi.

Bu âdetin altında iki gerekçe yatıyor. İlki ahaliye muharremin geldiğini haber vermek. İkincisi de Hz. Peygamber’in şu hadis-i şerifini hatırlatmaktır.

"Her kim Âşura gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenâb-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder."

Âşura günleri ile muharremin ilk on günü kastedildiğini hatırlatalım. Hadis alimleri ailenin içine akrabaları, yetimleri, kimsesizleri, komşuları da katarlar.

Goygoya kimler katılırdı?

Bir zamanlar Şehzadebaşı’nda fakirlere ve medrese talebesine sıcak yiyecek dağıtmak amacıyla kurulmuş imârethâne de denilen bir tâbhane vardı. Burada çoğunluğu Anadolu’dan ve Rumeli’nden gelmiş kör, topal ve sakatların yaşayabilecekleri odalar da bulunurdu. Bu odalarda yaşayanlar, muharrem ayının ilk on günü boyunca gözü gören birinin rehberliğinde sokaklara dağılır, erzak ve sadaka toplarlardı. Tâbhanede kalanların sayısına göre grup sayısı yıldan yıla değişirdi. Gruplar altı kişiden oluşurdu. En öne gözü gören biri geçer, diğerleri ilk okulda sıraya geçtiğimiz gibi, önündekinin omuzuna bir eliyle dokunacak şekilde yürüyüş kolunda sıralanırdı.

Göygoycuların kendilerine has kıyafetleri de vardı. Dilencinin kendine has kıyafeti mi olurmuş demeyin hemen. Kıyafet dediysek basit birkaç aksesuar kabilinden dokunuş idi. Serpuşlarına her yerde bulunabilecek kabilden ince beyaz bir yemeni sararlardı. Sırtlarına da aynı şekilde ince beyaz bir cübbe geçirirlerdi. Ayaklarına ise sarı pabuç geçirirlerdi ve bulması en zor olan buydu.

En öndekinin elinde bir asâ bulunurdu. Omuzlarında ise topladıklarını taşıyacakları bir heybe asılı idi. Aynı şekilde giyinmiş altı kişi bu halleriyle resmi geçit törenine katılan mektep çocuklarına benzerdi. Ancak hepsinin boyları mevzun ve endamları latif olmadığı için o kadar görkemli bir manzara oluşturduklarını iddia etmek güçtü.

Herbirinin sırtında öne ve arkaya gelecek şekilde asılmış heybelere mahallelinin verdiği yiyecekleri koyarlardı. Bir tarafa günlük yiyeceklerini diğer tarafa da aşure ve helva pişirmek için verilen buğday, nohut, fasülye gibi yiyecekleri koyarlardı. Bu erzakları koymanın da bir adabı vardı. En önde giden kişinin torbalarına verilen yağlar konulurdu. İkinci kişinin heybesine pirinç ve bulgur, üçüncünün heybesine un ve irmik, dördüncünün heybesinin bir gözüne şeker diğerine sabun, beşincinin heybesine fasülye, mercimek altıncının heybesine de tarhana, çay ve kahve konulurdu. Böylece hep aynı türden yiyeceklerin toplanmasının önüne geçildiği gibi yanyana konulduklarında birbirlerinin tadını bozacak yiyecekler de ayrılmış olurdu. Fazla gelen erzak ise pazarlarda satılır, parayla da varsa eksik olan malzeme temin edilirdi. Yiyeceklerin yanı sıra sadaka kabilinden para verenler de olurdu. Toplanan erzakla pişirilen aşureyi tâbhânede kalanlar yediği gibi yoldan geçenlere de dağıtılırdı.

Nasıl dilenirlerdi?

Goygoycular dolaşırken muharrem ayının ruhuna uygun şekilde Hz. Hüseyin’in şehadetini anlatan mersiye, makteller ve ilahiler okurlardı. İçlerinde sesi en gür olanın okuduğu bu ilahilerin nakarat kısmına gelindiğinde topluca “Hay kaygulu canım” derlerdi. “Yâ Hayyü’l-Kayyûm” dediklerine dair rivayetler de var. Kendine has bir nağme ile söylenen bu nakarat kısmı, yiyecek verirken korkak davrananları cesaretlendirmek için “Hay goy goy canım” şekline dönüşmüş olmalı. Bu nakarat kısmından dolayı bu dilenci topluluğuna da zaman içinde goygoycu denilmiş.

Yâ Hayyumu’l-Kayyûm sözünün hay goy goya dönmesi bize çok şey anlatıyor. Kimi dergahların ve dervişlerin zaman içinde nasıl hakikatten kopup mecaza takıldıklarını gösterdiği gibi hakikatten bihaber olanların Hayyul’l-Kayyûm’u koy koy gibi anladıklarına da işaret ediyor. Hem söyleyenlerin hem de dinleyenlerin işin aslını bilmemelerinin ve unutmalarının güzel bir örneği olarak karşımızda duruyor.

Goygoycular bir sokağın başına geldiklerinde önce zikre duran dervişler gibi bir halka oluştururlar. Elinde asa olan rehber “Allah Allah, bir Allah, kadîm Allah, şühedâ-i Kerbelâ, İmam Hasan ve Hüseyin aşkına, cemî-i enbiyâ ve evliyâ keremine, cümle mertler demine, gelip geçmiş müminlerin ervâhına hû diyelim hû” şeklinde bir gülbank okur, diğerleri de gülbankın sonunda âmin niyetiyle hû çekerler. Bu kısa ve izlenmeye layık seremoniden sonra eski yürüyüş halini alıp kapıların önüne yürümeye başlarlar. Sokağın başına gelen goygoycuları gören işiten mahalleli de önceden hazırladıkları yiyecekleri hazırlar kapılarının önünden geçilirken uzatırlardı.

Gülbankı durdukları yerde çekerken yine tek sıra olup yürümeye başladıklarında Hatayî’nin “Bugün matem günü geldi” mısraıyla başlayan mersiyesinden uyarlanan şu dörtlükleri okurlardı.

Kerbelâ’nın yazıları
Şehîd olmuş gāzileri
Fatma Ana kuzuları
Hasan ile Hüseyin’dir
Yâ hoy goy goy cânım!

Şehidlerin serçeşmesi
Enbiyanın bağrı başı
Evliyanın gözü yaşı
Hasan ile Hüseyin’dir
Yâ hoy goy goy cânım!

Kerbelâ’nın tâ içinde
Nûr balkır siyah saçında
Yatır al kanlar içinde
Hasan ile Hüseyin’dir
Yâ hoy goy goy cânım!

Mersiyedeki duyguyu karşı tarafa geçirecek şekilde okuyabilmenin toplanacak yiyeceklerin miktarını etkilediğini söylemeliyim. Güftesi Şeyhoğlu’na ait olan şu dizeler okunan bir diğer mersiye idi:

Hasan ile Hüseyn’e olan işlere
Gökte melek yerde her can ağladı
Görün görün yezîdlerin halini
Bağladılar hep suların yolunu
Soldurdular Fatma Ana gülünü
Yâ hoy goy goy cânım!”

Goygoycular Yûnus Emre’nin meşhur ilahisini de okurlardı:

Beni bir dağda buldular
Kolum kanadım kırdılar
Dolaba lâyık gördüler
Anın için inilerim
Yâ hoy goy goy cânım!

Kimileri Hz. Hüseyin aşkı için bol bol verirken kimileri de kapıdan savmak için çöpe atacakları yiyecekleri verdiği olurdu. Goygoycuların bu durumdan haberdar olduklarını şu dizelerden anlıyoruz:

Biz bakmayız sağa sola
Yerde insan gökte melek
Karpuz çıkar bazen kelek
Yâ hoy goy goy cânım

Goygoycuların okudukları bu ilahiler, mersiyelerin güfteleri ve bestelerinin doğru şekilleri tekkelerde okunurdu. Goygoycular, tekkelerdeki musikiyi halka yaymak gibi bir işlevi de yerine getirmiş olurlardı. Ayrıca Hz. Hüseyin’in acısının herkes tarafından hissedilmesini de sağlamış olurlardı. Toplumu bir duyguda birleştirmek adına çok önemli olduğunu fark etmiş olmalısınız.

Okunacak mersiyeyi veya ilahiyi gruba katılanların durumu da belirlerdi. Şu sözleri söyleyenler Rumeli tarafından gelenlere ait olmalıdır:

Biz Rumeli abdalıyız, Anadol’a göç ettik
Ar u vakarı kaldırdık, kendimizi hiç ettik
Bâtınımız ma’mûr oldu, hazineler iç ettik,
Yolda bir münkire çattık, zevkimizi piç ettik.
Yâ hoy goy goy cânım! Bulgur aşk et imanım!

Bu sözleri parodileştirip latifeye vuranlar da vardı:

Biz goygoycu dervişleriz, her birimiz ermiştir
Maksadımız lokma, aştır, zikrimiz de geviştir
Biz ne şii, ne sunniyiz, mezhebimiz geniştir
Böyle bir dava çıkarmak, meded Allah ne iştir?
Yâ hoy goy goy cânım! Bulgur aşk et imanım!

Goygoycuların İstanbul sokaklarında ne zaman görülmeye başlandığı bilinmiyor. Ancak 1908’de II. Meşrutiyet’in ilân edilmesiyle dilenmelerinin yasaklandığını biliyoruz.

Bu eski İstanbul âdetini yeniden canlandırma imkânımız artık kalmadı. Ancak kapımızdan dilenciler geçmiyor diye muharremin bereketinden faydalanmak için infaktan ve tasadduktan vaz geçecek değiliz. En azından dört-beş kişilik bir tencerede kaynatılacak kadar aşure malzemesini, satın alacak gücü olmayan bir aileye götürüp verebiliriz. Patron isek çalışanlarımıza dağıtabiliriz. Bunu yapacak kadar vaktimiz yoksa gücümüz nispetinde bir miktar mangırı ihtiyacı olan birine verebiliriz. Verirken de Hz. Hüseyin ve Kerbela şuhedası aşkına verdiğimizi unutmamamız gerektiğini hatırlatmış olayım.




Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Muharrem ayına has âdetler

Muharrem ayı bizim için ne ifade eder?
Muharreme has uygulamalar

Taziye ayı denilir. Taziye nedir?

Maktel nedir ve ne için okunur?

Hadikatü’s-Süeada okunması adeti

Aşure nedir?

Aşure ne zaman pişirilir?

Aşure pişirmek ne demek?

Aşurenin tatlı olarak dağıtılması adeti nedir?

Aşure orucu nedir?

Muharremi anlatan çok ilahiler, nefesler

Muhabbet baldan neden tatlıdır?

Muhabbetin sözlüklerde sevgi, aşk, dostluk ve sohbet anlamları var, muhabbet ile bunlardan hangisi kastedilir?
Peygamberimiz ile ilgili söylenen şu söz bize ne der?
Muhammed’den muhabbet oldu hâsıl
Muhammedsiz nuhabbetten ne hâsıl
Tasavvufta ‘Muhabbet ızhar ister, fedakarlık ister” denir. Muhabbette izhar şart mıdır? Şartsa nasıl izhar edilir?
Aşıklar kara baht(ı) olur
Hakk'ın katında kutl'olur
Muhabbet baldan tatl'olur
Yiyemezsin demedim mi
Baldan tatlı olmasına rağmen muhabbettin yenilememesinin nedeni ne olsa gerektir?
Muhabbetin zirvesi “Rıza” imiş. Rıza muhabbette niçin zirvedir?
Genelde hep birbirine benzetilir. Sohbet ile muhabbet arasındaki fark nedir?
Bu ve bunun gibi daha bir çok sorunun cevabı videoda.

ismailgulec.net