Son Yazılar

Naz Makamı

Naz, Farsça bir kelime olup sözlükte “mahbubun âşık-ı bî-çâreye eylediği şive ve istiğna”, “sevgilinin şive ve istiğnası” “Şive, işve, eda ve istiğna” “Kendini beğendirmek amacıyla takınılan edâlı tavır, cilve” “Bir şeyi istediği halde kendini ağıra satmak için hemen kabul etmeyip istemiyormuş gibi davranma” ve “Şımarıklık” olarak tarif edilir.

Tasavvufta ise dervişlerin nezdinde maşukun âşığına aşk kuvveti vermesidir. Yani kendini daha çok sevmesini istemesidir. Naz cezbe ve galebe halindeki sâlikin Hak’la tekellüfsüz ve samimi bir şekilde tartışmasıdır. Tasavvufta naz ehli yüksek bir makamdır ve bu makama erişenlerin yani Allah’a nazı geçenlerin sayısı oldukça azdır.

Her şeyin başı ahlâk

Bir zamanlar âşinası olduğumuz tedebbür, Kamus-ı Muhît’te “Bu dahi bir mâddenin ser-encâmını mülâhaza ve tefekkür eylemek manâsınadır” şeklinde, Vankulu Lügati’nde kısaca “Bir nesneyi fikr etmek” şeklinde açıklanır. Kelimenin kökü olan dubur ise “Her şeyin akib ve muahharına denir. Ve bir nesnenin âhir ve encâmı” ve “Bir nesneye ¡akıbetine ve meâline nazar etmektir.” de denir.

Tedebbür ile tezekkür arasındaki fark tezekkürün geçmişe, tedebbürün geleceğe yönelik olmasıdır. Dolayısıyla tedebbür;

Varsa aklın re’y ü tedbirinde noksân eyleme
Çünki noksân eyledin takdîre bühtân eyleme

Yazılarım

Mesnevî ve Hz. Mevlânâ Yazıları

Dostluğun dördüncü kısmı

Dönemin hekimi Calinus asistanlarından deliler için hazırlanmış ilaçtan ister. Öğrencisi neden içmek istediğini sorunca şöyle cevap verir:

- Bir deliye rastladım. Bir müddet yüzüme baktı. Gözünü kırpıp yakamı çekti. Bende kendinden bir şey görmeseydi, yüzünü çevirip bana bakmazdı. Cinsiyetimden şüphelenmeseydi o niçin kendi cinsinden olmayana baktı?

Mevlana, Mesnevî’de Calinus’un başından geçen bu olayı anlattıktan sonra konuyu şu hikmetli sözle özetler:

İki insan ülfet etse hiç şüphe etme, aralarında müşterek bir taraf vardır.

Aramakla bulunmaz, ama bulanlar arayanlardır

Son günlerde en sık tekrar edilen cümlelerden biri “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.” oldu.

Hem gazetelerde hem de sosyal medyada bu cümle sıkça gözüme ilişince yıllar önce muhatabı olduğum bir soru geldi aklıma. Fî tarihinde bir öğrenci “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır sözünde bir mantık hatası yok mu?” diye sormuştu. Ne verdiğim cevabı hatırlıyorum ne de öğrencinin verdiğim cevaptan tatmin olup olmadığını. Ama ben bu söz ile ne kastedildiğini bir hikaye ile izah etmeye çalışayım.

İnsanoğlu tarih boyunca iki nesneye sahip olmak için uğraşmış durmuştur. Biri onu ölümsüz yapacak bir yiyeceği bulmak, diğeri de bakırı altına çevirecek iksiri icat etmek.

Mesnevî ve Hz. Mevlânâ yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Hikemî Yazıları

Naz Makamı

Naz, Farsça bir kelime olup sözlükte “mahbubun âşık-ı bî-çâreye eylediği şive ve istiğna”, “sevgilinin şive ve istiğnası” “Şive, işve, eda ve istiğna” “Kendini beğendirmek amacıyla takınılan edâlı tavır, cilve” “Bir şeyi istediği halde kendini ağıra satmak için hemen kabul etmeyip istemiyormuş gibi davranma” ve “Şımarıklık” olarak tarif edilir.

Tasavvufta ise dervişlerin nezdinde maşukun âşığına aşk kuvveti vermesidir. Yani kendini daha çok sevmesini istemesidir. Naz cezbe ve galebe halindeki sâlikin Hak’la tekellüfsüz ve samimi bir şekilde tartışmasıdır. Tasavvufta naz ehli yüksek bir makamdır ve bu makama erişenlerin yani Allah’a nazı geçenlerin sayısı oldukça azdır.

Her şeyin başı ahlâk

Bir zamanlar âşinası olduğumuz tedebbür, Kamus-ı Muhît’te “Bu dahi bir mâddenin ser-encâmını mülâhaza ve tefekkür eylemek manâsınadır” şeklinde, Vankulu Lügati’nde kısaca “Bir nesneyi fikr etmek” şeklinde açıklanır. Kelimenin kökü olan dubur ise “Her şeyin akib ve muahharına denir. Ve bir nesnenin âhir ve encâmı” ve “Bir nesneye ¡akıbetine ve meâline nazar etmektir.” de denir.

Tedebbür ile tezekkür arasındaki fark tezekkürün geçmişe, tedebbürün geleceğe yönelik olmasıdır. Dolayısıyla tedebbür;


Varsa aklın re’y ü tedbirinde noksân eyleme
Çünki noksân eyledin takdîre bühtân eyleme

Hikemî yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Bektaşilik ve Alevilik Üzerine Yazıları

Özde ben Mevlevî oldum da geldim

İsmini sık duymadığımız ve bilmediğimiz irfan kaynaklarımız var. Bunlardan biri de Nimrî mahlasıyla meşhur Nimrî Dede. Ahmet Buran’ın hayatını ve şiirlerini hazırladığı kitabında Nimrî Dede’nin teferruatlı bilgi bulabilirsiniz. Ben onun şiirlerinden biri üzerinde duracağım. Ama önce Ahmet Buran’ın kitabından hayatı hakkında kısa bilgi vereyim.

Nimri, Elazığ’ın Keban ilçesine bağlı yeni adı Pınarlar olan köyün eski adı. Orada doğduğu için kendine mahlas olarak Nimrî’yi seçen âşığımızın adı ise İsmail Dehmen.

Ramazan ve Bektaşi Fıkraları

Ramazan ayı gelince hep oruçtan, ibadetten bahsedilir. Ancak manevi iklim içinde ramazana has bir kültür ve sosyal hayat da ortaya çıkar. Ramazan’a has iftar ve sahur davetleri gibi insanların sosyalleştikleri ortamların yanı sıra mevsimine göre değişen sazlı sözlü eğlenceler de olur ve bunların hepsi bir şekilde Ramazan’la ilgilidir.

Teravihten sonra kurulan bu meclislerde dini ve ahlaki konuların yanı sıra hikayeler ve fıkralar da anlatılır. Çünkü insanın sadece öğrenmeye değil gülmeye de ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç da anlatılan fıkralarla sağlanır. Ramazan ve oruç olunca fıkralar da oruç, iftar, sahur ile ilgili komik denilecek olaylar anlatılır ve gülünür. Sahura kalkamayan, iftarını erken açan, oruç tutmakta zorlanan veya tutmayan, oruçlu iken yapılan ilginç davranışlar, olaylar hep fıkralara konu olur. Ancak fıkralar arasında Bektaşi fıkralarının yeri başkadır. Bektaşi babası, fıkralarda genellikle oruç tutmadığı için eleştirilen bir figürdür. Ancak Bektaşi babası, verdiği cevaplarla oruç tutup da ahlakını taşımayanların foyasını meydana çıkarır. Orucun nasıl tutulması gerektiğini öğretir adeta. Ne demek istediğimi birkaç fıkra ile açıklamaya çalışayım.

Bektaşilik ve Alevilik yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Dini Hayatımıza Dair Yazılar

Nâyî Osman Dede’nin Miraciyesi

Musikimizin büyük üstatlarından Nâyî Osman Dede’nin miracı anlattığı muhteşem Mirâcîye’sini duyan, işiten çoktur ancak metnini okuyan ve bilen azdır. Bestelenmek üzere kaleme alındığı ve musikisi bakımından özgün olduğu için hep musiki değeri üzerinde durulur, edebi tarafı ihmal edilir. Oysa edebi metin olarak da bir kıymete haiz metindir.

Süleyman Erguner’in dünyada bir ikinci örneği olmadığını söylediği bestesi, Türk musikisinin şahikası. Benim diyen musikişinasın saatlerce çalışmadan icra edemeyeceği kadar zor bir eser olduğu için bugün elimizde doğru dürüst bir kayıt bile yok.

Rivayete göre bir kandil gecesinde Şeyh Nasuhî Efendi, Üsküdar Doğancılar Tekkesi’nde bir kandil sonrası yapılan sohbet esnasında Nâyî Osman Dede’den Miraç kandillerinde Mevlid gibi okunmak üzere eser bir yazıp bestelemesini ister. Osman Dede evine gidip oturur ve Miraç kandilinde okuyacağı Miraciyeyi yazıp besteler.

Hz. Musa gerçek mi masal mı?

Geçen haftaya, sözleri ve hareketleri ile zaman zaman tartışma konusu olan Prof. Dr. Celal Şengör’ün Mısır ve Roma kaynaklarında ve arkeolojik kazılarda Hz. Musa ve Hz. İsa’ya dair bilgi olmadığını, anlatılanların masal olduğunu söylemesi damga vurdu.

Eskiden sadece hocası olduğu tefsir alanında konuşur iken şimdilerde her konuda yorumlar yapan ve değerli görüşlerini takipçilerinden esirgemeyen Mustafa Öztürk de hemen bu konuya müdahil oldu ve Sayın Şengör’e itiraz etti. Prof. Öztürk, Hz. Musa ve Hz. İsa’dan dönemin kaynaklarında bahsedilmemesini, dinlerin başlangıç döneminde çok küçük cemaatler içinde ve yerel olduğu için devletin ilgi alanına girmediği ve kayıt altına alınmadığı şekilde yorumladı.

Prof. Öztürk’ün söylediklerini Hz. İsa için kabul edebiliriz. Çünkü Kudüs, Roma’ya uzak bir eyalet, üstelik kendi vatandaşı olmayan bir toplumun dindar grupları arasında cereyan eden sıradan bir tartışma. Haliyle devletin resmi kaynaklarında yer almaması anlaşılabilir.

Dini hayatımıza dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Hz. Peygamber’e Dair Yazılar

Huzûr-ı Nebî’de can vermek

Bizim edebiyatımızda sevgilisi uğrunda can vermeyene, can vermeye hazır olmayana âşık denmez. Âşıklığın birinci şartı canı cânân için kurban edebilmektir. En büyük sevgili ise sebeb-i hilkat-i âlem ve mefhar-ı benî âdem olan efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hazretleridir.

Âşığın sevgili yolunda can vermesini anlatan pek çok menkıbe vardır ama ben Mehmet Akif’in Necid Çöllerinden Medine’ye şiirinde anlattığı Sudanlıyı hiç unutmam. Şiiri bilirsiniz. Bilmeseniz de duymuşsunuzdur. O şiirde Mehmet Akif bir Sudanlı âşıktan bahseder. Âkif, şiire çölü tasvir ederek başlar. Ancak onun tarif ettiği çöl cahiliyye dönemi Arap şairlerinin tarif ettiği gibi değildir. Çöl yokluk, zayıflık ve ümitsizlik menbaı gibidir. Çölde ümitsiz bir haldeyken Âkif’in “Canân’ımın yeşil yurdu” dediği Hz. Peygamber’in türbesinin kubbesini, görünce bu sefer iklim değişir, bahar olur adeta. Karamsarlık ümide, keder neş’eye ve hüzün sevince dönüşür. Sevgilisini gören âşığın hâlini tasvir eder Âkif. Önce Hz. Peygamber’in huzurunda hissettiklerini anlatır, sonra İslam dünyasının perişan hâlini hatırlayıp bundan kurtulması için dua eder. Hz. Peygamber’in ravzasının önünde dua ederken bir ses duyar.

Hiç bu açıdan düşünmemiştim!

Siyer kitaplarını okumayı çok severim. Basılan her kitabı okudum demek çok iddialı olabilir ama ulaşabildiğim kadarı ile, büyük bir kısmını okuduğumu söyleyebilirim. Yayımlanan her kitabı görür görmez alır, okumak için can atarım. Büyük bir merak ve ilgi ile de okurum, daha öncekilerden farkını anlamaya çalışırım. Diğer siyer kitaplarında bulamadığım ve göremediğim şeyleri görünce de mutlu olurum.

Gerek Müslüman olsun, gerekse gayrımüslim olsun, yabancıların yazdığı kitaplar bizimkilerin yazdıklarından daha farklı olur. En büyük fark nedir diye soracak olursanız bizimkilerin Hz. Peygamber'in yanında, onun adamlarından biri imiş gibi yazması, diğerlerinin belirli bir mesafeden bakabilmeleridir, derim. Bu mesafe, onların biraz daha soğukkanlı olmasını ve meseleye daha dışarıdan bakmasını sağlıyor. Belki anlamak için buna ihtiyaç var ama o kitaplar bizimkilerin yazdığı gibi duygu ve heyecan veremiyor. Bir diğer farklı bulduğum husus, yazarların merak ve ilgilerinin farklı oluşu. Ne demek istediğimi bir kitap ve o kitapta anlatılan bir bölüm üzerinden izah etmeye çalışayım.

Hz. Peygamber’e Dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Kültür Yazıları

Yılın en uzun geceleri

Senenin son günlerindeyiz. Bu son günlerin bir özelliği de yılın en kısa günleri olması. Bir diğer deyişle gecelerin en uzun olduğu vakitler. Şairler de bu uzun geceleri şiirlerinde kullanmışlar. Hatta biri var ki her sene bu vakitlerde paylaşıldığı için bilmeyenimiz yoktur.

Ben size “en uzun gece”yi anlatan güzel bir Çorum türküsünden bahsedeceğim. Sözler güzel, okuyan iyi, dinleyen de dertli olursa dünyanın en güzel türküsü gelebilir.

Bu türkü bir kavuşamama hikayesi. Sevip de kavuşamayanların hissiyatına tercüman olmuş kim olduğunu bilmediğimiz şairi. Kavuşamama sevdiğinden yüz bulamadığı için aşığa daha zor geliyor. Türkü bu durumu bize anlatıyor.

Halk dindarlığı okumuşların dindarlığından farklı mı?

Son yüzyılda, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından sonra dedelerimizin nenelerimizin dini hayatı ve inançları sorgulandı. Zaman zaman kimi uygulamaların dinde yeri olmadığı söylendi, hatta daha da ileri gidip gizli şirk ile suçlayanlar bile oldu. Kırsaldan kente göç ve şehirlerde mahalle hayatının kaybolması ile birlikte değişen sosyolojik yapının da etkisiyle halk dindarlığı eski hüviyetinden hızla uzaklaşıp bugün neredeyse hayatımızdan çıkacak hâle geldi.

Halk dindarlığı gerçekten kitabî dinden farklı mıydı? Yoksa İsmail Kara Hocamızın işaret ettiği gibi aralarında sadece seviye farkı mı vardı? Ben ecdadımızın asırlar boyunca tevhidi ve Hz. Peygamber sevgisini imbikten süzülmüşçesine en saf haliyle yaşadıklarını, halkın dini tecrübesini bir halı gibi ilmik ilmik dokuduklarını düşünenlerdenim.

Kültür yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Tarih ve Geleneğe Dair Yazılar

Her şeyin başı ahlâk

Bir zamanlar âşinası olduğumuz tedebbür, Kamus-ı Muhît’te “Bu dahi bir mâddenin ser-encâmını mülâhaza ve tefekkür eylemek manâsınadır” şeklinde, Vankulu Lügati’nde kısaca “Bir nesneyi fikr etmek” şeklinde açıklanır. Kelimenin kökü olan dubur ise “Her şeyin akib ve muahharına denir. Ve bir nesnenin âhir ve encâmı” ve “Bir nesneye ¡akıbetine ve meâline nazar etmektir.” de denir.

Tedebbür ile tezekkür arasındaki fark tezekkürün geçmişe, tedebbürün geleceğe yönelik olmasıdır. Dolayısıyla tedebbür;


Varsa aklın re’y ü tedbirinde noksân eyleme
Çünki noksân eyledin takdîre bühtân eyleme

Nâyî Osman Dede’nin Miraciyesi

Musikimizin büyük üstatlarından Nâyî Osman Dede’nin miracı anlattığı muhteşem Mirâcîye’sini duyan, işiten çoktur ancak metnini okuyan ve bilen azdır. Bestelenmek üzere kaleme alındığı ve musikisi bakımından özgün olduğu için hep musiki değeri üzerinde durulur, edebi tarafı ihmal edilir. Oysa edebi metin olarak da bir kıymete haiz metindir.

Süleyman Erguner’in dünyada bir ikinci örneği olmadığını söylediği bestesi, Türk musikisinin şahikası. Benim diyen musikişinasın saatlerce çalışmadan icra edemeyeceği kadar zor bir eser olduğu için bugün elimizde doğru dürüst bir kayıt bile yok.

Rivayete göre bir kandil gecesinde Şeyh Nasuhî Efendi, Üsküdar Doğancılar Tekkesi’nde bir kandil sonrası yapılan sohbet esnasında Nâyî Osman Dede’den Miraç kandillerinde Mevlid gibi okunmak üzere eser bir yazıp bestelemesini ister. Osman Dede evine gidip oturur ve Miraç kandilinde okuyacağı Miraciyeyi yazıp besteler.

Tarih ve geleneğe dair yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Şehir ve Medeniyet Yazıları

Güzeli en güzel yapmak

Müsaade ederseniz, haddimi aşma pahasına, sanatı tarif etmek istiyorum: Sanat, haseni ahsen, yani güzeli en güzel yapmaktır.

Nasıl mı? Anlatayım efendim.

Hadisçilerin zayıf bulduğu bir hadis-i şerif var. “İnne ahsene'l-hasen el-huluku'l-hasen." Yani “Güzelin en güzeli, güzel ahlaktır.”

Ne kadar güzel söz değil mi? Bugünlerde güzel ahlâka ne de çok ihtiyacımız var. Bakın bu sözden biz neler üretmişiz, güzeli nasıl en güzel yapmışız?

Bu söz hattatların da dikkatini çekmiş ve bu sözden güzel yazılar çıkarmışlar. Önce bir hattat sadece hadisin metnini talik hatla güzelce yazmış.

Dolma Kalem bir kalemden çok daha fazlasıdır

Dolma kaleminiz var mı, varsa devamlı kullanır mısınız? Hiç dolma kaleminiz olmadıysa az sonra söyleyeceklerim size biraz tuhaf gelebilir. Kullanıyor iseniz söylemek istediklerimi çok iyi anlayacağınıza eminim.

Her şeyde önce şunu söylemeliyim. Dolma kalem sahibi olmak ve kullanmak sıradan insanların işi değil. Sıradan derken meslek olarak sıradanlığı kastetmiyorum, insan olarak sıradan beğenileri ve hobileri olmayı kastediyorum. Dolma kalem kullanan özel insanlar, kendilerine ve düşüncelerine saygıları olduğu için, yazacaklarını, sevdiği birine vereceği hediyeyi ambalajlar gibi, dolma kalemle güzelce yazarak ifade etmeye çalışır.

Dolma kalem sahibi olmak hem imtiyaz hem sorumluluktur. İmtiyazı, diğer insanlardan üstünlük ve öncelik sahibi olmak olarak anlamayın, farklı ve özel olmak olarak düşünün. Sorumluluğu ise size dolma kalem yükler. O, sizden kendisine özenle bakmanızı, ilgi göstermenizi, yanınızdan ayırmamanızı ister. Kısaca bu sorumluluk anlatıldığı kadar kolay değildir.

Şehir ve Medeniyet yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Topluma Dair Yazıları

Naz Makamı

Naz, Farsça bir kelime olup sözlükte “mahbubun âşık-ı bî-çâreye eylediği şive ve istiğna”, “sevgilinin şive ve istiğnası” “Şive, işve, eda ve istiğna” “Kendini beğendirmek amacıyla takınılan edâlı tavır, cilve” “Bir şeyi istediği halde kendini ağıra satmak için hemen kabul etmeyip istemiyormuş gibi davranma” ve “Şımarıklık” olarak tarif edilir.

Tasavvufta ise dervişlerin nezdinde maşukun âşığına aşk kuvveti vermesidir. Yani kendini daha çok sevmesini istemesidir. Naz cezbe ve galebe halindeki sâlikin Hak’la tekellüfsüz ve samimi bir şekilde tartışmasıdır. Tasavvufta naz ehli yüksek bir makamdır ve bu makama erişenlerin yani Allah’a nazı geçenlerin sayısı oldukça azdır.

Her şeyin başı ahlâk

Bir zamanlar âşinası olduğumuz tedebbür, Kamus-ı Muhît’te “Bu dahi bir mâddenin ser-encâmını mülâhaza ve tefekkür eylemek manâsınadır” şeklinde, Vankulu Lügati’nde kısaca “Bir nesneyi fikr etmek” şeklinde açıklanır. Kelimenin kökü olan dubur ise “Her şeyin akib ve muahharına denir. Ve bir nesnenin âhir ve encâmı” ve “Bir nesneye ¡akıbetine ve meâline nazar etmektir.” de denir.

Tedebbür ile tezekkür arasındaki fark tezekkürün geçmişe, tedebbürün geleceğe yönelik olmasıdır. Dolayısıyla tedebbür;


Varsa aklın re’y ü tedbirinde noksân eyleme
Çünki noksân eyledin takdîre bühtân eyleme

Topluma Dair yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Yönetim Yazıları

İyi, doğru ve güzel düşünmek sıradan eylem değildir

İbrahim Kalın, geçtiğimiz günlerde, müsebbibi olmadığı gereksiz bir tartışma ile kamuoyunda yer aldı. Tartışmaya girmeden ve uzatmadan, kendine yakışan bir üslûp ve vakar içinde, sözünü bilgece söyledi ve çekildi.

Oysa İbrahim Kalın, gözümüz gibi sakınmamız gereken değerlerimizden. Cumhurbaşkanlığı sözcülüğü gibi önemli bir görevi üstlenen Kalın, dünyanın en zor coğrafyasında bulunan ve dört bir yanı sorunlu ülkelerle çevrili ülkemizin en çok çalışan bürokratlarından biri. Bir başka ülkenin bir sene boyunca karşılaştığı sorunların daha büyükleri ile bir hafta içinde karşılaşan güzel ülkemiz için canla başla çalışan bir devlet görevlisi. Üstlendiği ağır sorumluluğun stresini ve yoğun çalışmanın yorgunluğunu, fırsat buldukça sesi ve sazı ile atıyor.

Bürokrat, diplomat ve sanatçı kişiliğinin yanında akademisyen kimliğini de muhafaza eden İbrahim Kalın, ne ara ve nasıl yazdığını bilemediğimiz kitapları ile de bizi, kendine hayran bırakıyor.

Başkan adayları için hikayeler

Malum mahalli yöneticilerimizi belirleyeceğimiz seçimlere kısa bir süre kaldı. Adaylar hummalı bir çalışma içinde, seçilmek için gayret ediyorlar. Peki hiç beş yıl boyunca yaşadığımız kasabayı yönetecek belediye başkanının nasıl olması gerektiğini düşündünüz mü?

Eskiler düşünmüşler ve düşündüklerini de kitaplaştırmışlar. Siyasetname türü böyle bir ihtiyaçtan doğmuş. Bir ülkeyi, bir şehri, bir beldeyi yönetmeye talip olanları uyaran kitaplar yazmışlar ve adına da siyasetname demişler.

Yönetime dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Eğitim Yazıları

Medrese akredite olur mu?

Sorunun biraz garip olduğunun farkındayım. Ancak ben yine de merak edip Yüksek Öğretim Kalite Kurulu’nun (YÖKAK) üniversitelerin kendilerini değerlendirmeleri için hazırladığı Kurum İç Değerlendirme Raporu’nda (KİDR) yer alan dört ana başlıktan biri olan eğitim-öğretim konusundaki birkaç ölçütü medrese müfredatı hakkında elimizdeki en kapsamlı eser olan Kevâkib-i Seb’a’da taradım ve okurken aldığım notları paylaşmak istedim.

Niçin eğitim-öğretime baktığımı merak edenleriniz olabilir. Onu da açıklayayım. Bizde ve Avrupa’da 19. yüzyıl başlarında Berlin’de Humbold üniversite kurana kadar üniversiteler ve medreselerin biricik görevi eğitim-öğretim idi. Humbold ile araştırma üniversiteye dahil oldu.

Medresenin, bir sistem olarak mükemmel tasarlanmış olduğunu söyleyebilirim. Bu kanaatin oluşması kolay olmadı. Yıllardan beri medrese ile ilgili ne gördüysem okumaya çalışıyorum. Kanaatin, bu okumalar sonucunda oluştu. Ancak bunu söylerken medreselerin kusursuz olduğunu, her zaman mükemmel örnekleri bulunduğunu iddia etmiyorum. Oradaki çözülmenin ve yozlaşmanın da farkındayım ve sistemi kastettiğimi üzerine basa basa ifade etmiş olayım.

Gazzâlî’nin kitaplarının yerini internet mi aldı?

Birkaç gün önce, “Öğrenci merkezli eğitim kötü mü?” başlıklı bir yazı yayınlamıştım. O yazıdan sonra birkaç hoca arkadaşımdan mesajlar aldım.

Mühendislikleriyle meşhur bir üniversitede hocalık yapan bir arkadaşımız üçüncü sınıf öğrencisinin sınavda “Pi sayısı nedir, bilmiyoruz. Bilmek zorunda mıyız? Böyle soru mu olur?” dediğini üzülerek ve ümitsizce anlattı. İşletme Fakültesi’nden bir hoca arkadaşım, üçüncü sınıf öğrencisinin kendisine çarpım tablosunu altıya kadar bildiğini söylediğini naklettiğinde de ağzım açık kalmıştı. O hocamız da bunu söylerken mahzun, me’yûs ve bedbin idi. Bir başka hocamız da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir öğrencinin sınavda sorulan Edip Ahmet Yüknekî’nin meşhur Atebetü’l-Hakâyık isimli eseri hakkında bilgi verirken eser adını müellif adı olarak anlamış ve adının Ata Betül, soyadının da Hakayık olduğunu yazmış. Hocamız da bu duruma haklı olarak isyan ediyor, beni delirtmek mi istiyorsun evladım, diye çıkışıyordu. Ben de okuduğunu anlamayan ve anlatamayan, iki cümle yazamayan edebiyat öğrencisi gördüm ve bu öğrenci üçüncü sınıfa kadar gelmişti.

Mazeret hazır: İnternette var

Eğitim yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Yükseköğretim Yazıları

Türk Yükseköğretiminde Toplumsal Katkı Kavramı

Üniversitelerin toplumsal katkı açısından misyonları ve içinde bulundukları bölgedeki görevlerinin neler olduğu düşünülürse bir parçası olduğu topluma akademik katkılardan sonra sosyal, ekonomik ve beşerî-etik, etnik çeşitlilik, hümanizm vs. gibi- bazı açılardan katkı sağlamaları beklenir. Mezunlarının ileride bir parçası olacakları toplumu daha yakından tanımaları ve üniversitenin tüzel bir kişilik olarak toplumda bıraktığı izlenim ve etki, kurumun toplumdaki paydaşları ve uygulama alanları ile olan ilişkisini sağlam tutmasını sağlamakla kalmayacak aynı zamanda kabul edeceği öğrenci kitlesi ve akademisyen camiasının kalite ve etkililik seviyesini de artıracaktır. Başka bir ifade ile üniversitenin topluma maddi-manevi anlamda sağladığı katkı, bu durumun kurum adına bir “kazan-kazan” ilişkisine dönüşmesini sağlayabilir. Çalışmada, üniversitelerin “kurumsal sosyal sorumluluğu” kavramının üniversite-toplum ilişkisi ve paydaşları açısından nasıl bir önem arz ettiği, dünya genelinde bu iki unsurun sosyal sorumluluk tabanında nasıl birleştiği ve bu durumun Türkiye’deki tabloda nasıl seyrettiği gibi konulara değinilerek uygulamaya yönelik birkaç noktanın altı çizilecektir.

Bir üniversite problemi: Kültürel kümülatifliğin imkansızlığı

Cumhuriyet kurulduğundan beri, üniversitelere mevcut hükümet kadar yatırım yapan bir başka hükümet gelmemiştir, desek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde. Peşinden de hükümetin verdiği destek ve sağladığı imkanların karşılığı tam olarak alınıyor mu, diye sorulsa vereceğimiz cevap maalesef “maalesef” olacak. Yeni üniversiteler kurmak, kampüsler inşaat etmek, kadrolar vermek, araştırmaları desteklemek, üniversiteler arasında kimi alanlarda uzmanlaşma sağlamak ve daha buna benzer birçok destek verilirken üniversitelerimiz neden verilen desteklerin karşılığını gösterecek performansı sergileyemiyorlar, harcanan paraların hakkını vermiyorlar?

Uzun zamandan beri üzerinde düşündüğüm ve cevabını aradığım bir soru aynı zamanda. Şüphesiz bu sorunun birçok cevabı var. Ancak ben cvaplardan birini, bir örnek üzerinden izah etmeye çalışacağım

Yükseköğretim yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Dile Dair Yazılar

Nâyî Osman Dede’nin Miraciyesi

Musikimizin büyük üstatlarından Nâyî Osman Dede’nin miracı anlattığı muhteşem Mirâcîye’sini duyan, işiten çoktur ancak metnini okuyan ve bilen azdır. Bestelenmek üzere kaleme alındığı ve musikisi bakımından özgün olduğu için hep musiki değeri üzerinde durulur, edebi tarafı ihmal edilir. Oysa edebi metin olarak da bir kıymete haiz metindir.

Süleyman Erguner’in dünyada bir ikinci örneği olmadığını söylediği bestesi, Türk musikisinin şahikası. Benim diyen musikişinasın saatlerce çalışmadan icra edemeyeceği kadar zor bir eser olduğu için bugün elimizde doğru dürüst bir kayıt bile yok.

Rivayete göre bir kandil gecesinde Şeyh Nasuhî Efendi, Üsküdar Doğancılar Tekkesi’nde bir kandil sonrası yapılan sohbet esnasında Nâyî Osman Dede’den Miraç kandillerinde Mevlid gibi okunmak üzere eser bir yazıp bestelemesini ister. Osman Dede evine gidip oturur ve Miraç kandilinde okuyacağı Miraciyeyi yazıp besteler.

Döne döne ‘Hû’ demeden olmaz

Tekkelerde ilahileri okunan Halvetî-Sinânî şeyhi Nizamoğlu (ö. 1601) İstanbul’da, Halvetiyyenin Sinâniyye kolunun piri İbrahim Ümmî Sinan’ın yanında yetişmiştir ve şeyhinden hilâfet almıştır. Silivrikapı’da Emirler Tekkesi’nde göçene kadar irşad vazifesini ifa eden Nizamoğlu’nun türbesi tekkenin haziresindedir.

Aşk-ı ilâhî Seyyid Nizamoğlu’nun şiirlerinin temelini teşkil eder. Ehl-i beyt muhabbeti bu aşkın tecessüm etmiş hâli gibidir. Bu kabına sığmayan mürşidin çok bilinen ve çok okunan;

Yâ Rabbi aşkın ver bana Hû diyeyim döne döne
Âşık olayım ben sana Hû diyeyim döne döne

Beytiyle başlayan güzel bir ilahisi vardır.

Dile dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Edebiyata Dair Yazılar

Nâyî Osman Dede’nin Miraciyesi

Musikimizin büyük üstatlarından Nâyî Osman Dede’nin miracı anlattığı muhteşem Mirâcîye’sini duyan, işiten çoktur ancak metnini okuyan ve bilen azdır. Bestelenmek üzere kaleme alındığı ve musikisi bakımından özgün olduğu için hep musiki değeri üzerinde durulur, edebi tarafı ihmal edilir. Oysa edebi metin olarak da bir kıymete haiz metindir.

Süleyman Erguner’in dünyada bir ikinci örneği olmadığını söylediği bestesi, Türk musikisinin şahikası. Benim diyen musikişinasın saatlerce çalışmadan icra edemeyeceği kadar zor bir eser olduğu için bugün elimizde doğru dürüst bir kayıt bile yok.

Rivayete göre bir kandil gecesinde Şeyh Nasuhî Efendi, Üsküdar Doğancılar Tekkesi’nde bir kandil sonrası yapılan sohbet esnasında Nâyî Osman Dede’den Miraç kandillerinde Mevlid gibi okunmak üzere eser bir yazıp bestelemesini ister. Osman Dede evine gidip oturur ve Miraç kandilinde okuyacağı Miraciyeyi yazıp besteler.

Döne döne ‘Hû’ demeden olmaz

Tekkelerde ilahileri okunan Halvetî-Sinânî şeyhi Nizamoğlu (ö. 1601) İstanbul’da, Halvetiyyenin Sinâniyye kolunun piri İbrahim Ümmî Sinan’ın yanında yetişmiştir ve şeyhinden hilâfet almıştır. Silivrikapı’da Emirler Tekkesi’nde göçene kadar irşad vazifesini ifa eden Nizamoğlu’nun türbesi tekkenin haziresindedir.

Aşk-ı ilâhî Seyyid Nizamoğlu’nun şiirlerinin temelini teşkil eder. Ehl-i beyt muhabbeti bu aşkın tecessüm etmiş hâli gibidir. Bu kabına sığmayan mürşidin çok bilinen ve çok okunan;

Yâ Rabbi aşkın ver bana Hû diyeyim döne döne
Âşık olayım ben sana Hû diyeyim döne döne

Beytiyle başlayan güzel bir ilahisi vardır.

Edebiyata dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Kitap Yazıları

Hollywood'u göklere çıkarmak, genç nesli dolandırmaktır

Sinemayı seven biri olarak Alev Alatlı’nın Suç Ortağı Hollwood Kaan’ın Kitabı (Genişletilmiş 2. Baskı İstanbul: Turkuvaz Kitap, 2021) isimli kitabını görünce hemen edindim ve bir çırpıda okudum.

Alatlı’nın kitabı yazmaya başlaması, anlatılan ve öğretilen Amerikan tarihi ile filmlerde anlatılanların birbirinin zıttı olduğunu fark etmesi ile başlıyor. ABD’yi ve tarihini o kadar bilmesi yetmiyor böyle bir kitap yazabilmek için. Aynı zamanda o kültürün kör bir mümini ve tapacak kadar hayranı olmamak gerekiyor. Alev Alatlı bize bunu gösteriyor.

Kitabı okuyup da Alev Hanım’a hayran olmamak mümkün değil. Çünkü ancak Hollywood üzerine tez hazırlayan birinin bilebileceği kadar detay bilgileri, çok iyi bildiği Amerika tarihi ile harmanlayarak, birbirlerine gönderme yaparak o kadar açık bir şekilde anlatıyor ki okuyup da bana hak vermeyecek kimse, eğer özel bir düşmanlığı yok ise, yoktur. Ayrıca kitabı tam olarak anlayabilmek için iyi derecede İngilizcenin yanı sıra sinema ve Amerikan tarihi de bilmek gerektiğini ilave edeyim. Ya da neredeyse her paragrafta durup ansiklopediye bakacaksınız. O yüzden tek seferde okunacak bir kitaptan daha çok Amerika Tarihi adıyla bir seçmeli dersin kitabı olarak okunacak derinlikte ve genişlikte bir kitap.

Şevket Eygi'den okunacak kitap dizini

Zeytinburnu Belediyesi, yaptığı yayınlarla bir belediyenin kültüre nasıl hizmet ettiğini gösteren örnek çalışmalarda bulunuyor. Bu çalışmalardan biri de 12 Temmuz 2019’da âlem-i cemâle uğurladığımız Mehmet Şevki Eygi’nin vefâtının ikinci yıldönümünde, onu her yönüyle anlatan Bir Müslüman münevver ve İstanbul beyefendisi Mehmet Şevki Eygi başlıklı güzel bir kitabı yayımlamak oldu. Bu kitabı yayımlamakla aynı zamanda;

Nâm-ı Ankâ gibi dillerde vefâ-yı âlem

diyen şairin sözünü haksız çıkardı ve vefânın Anka kuşu gibi sadece dillerde olmadığını bize gösterdi.

Aydın Gülen ve İsmail Coşkun tarafından yayına hazırlanan kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde tanıyanların Mehmet Şevki Eygi hakkında yazdıkları yazılar, ikinci bölümde ise Eygi’nin Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde verdiği konferansların çözülüp konularına göre düzenlenmesi yer alıyor.

Kitaplara dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Kişilere Dair Yazılar

Yaman değil, Yanan Dede

Yaman Dede’yi tanıyanlar, bilenler onu anlatırken üzerinde durdukları, bahsetmeden geçemedikleri konu onun has bir Hz. Peygamber aşığı olmasıdır. Talebeleri ondan bahsederken onun mutlaka bu yönüne işaret eder, ders anlatırken konu Hz. Peygamber’e geldiğinde göz yaşlarına hakim olamamasını anlatırlar. Dersi ağlayarak anlatırmış. Meşhur hikayedir, hep anlatılır. Bir gün Yaman Dede, Galata Mevlevihanesi’ne giderken yolda sendeler ve düşmemek için duvara yaslanır. Talebelerinden biri görür ve koşarak yanına gelir. “Aman hocam, iyi misiniz, hemen hastaneye gidelim.” Diyecek olur. Yaman Dede duyanın aklından hiç çıkmayacak şu cevabı verir:

- İyiyim oğlum, sadece aklıma Resulullah geldiğinde böyle oluyorum.<

Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Akif Ersoy

Malûmunuz, içinde bulunduğumuz sene, yani 2021 yılı, Cumhurbaşkanımızın, İstiklâl Marşı'nın kabulünün 100. yılı olması münasebeti yayımladığı bir genelgeyle "Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı Yılı" olarak kutlanıyor.

Bu yıl vesilesi ile Mehmet Âkif'i anlatan çok sayıda yeni kitap ile tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Bunlar arasında özellikle birini diğerlerinden çok farklı buldum: Ahmet Güner Sayar hocamızın telif ettiği Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Âkif Ersoy isimli kitap.

Ahmet Güner Sayar'ın kitaplarının iki önemli özelliği olduğunu düşünürüm. İlki, ciddi bir ilim adamı titizliği ve dikkatinin hemen göze çarpması. Diğeri de ilmî kitaplarda görmeye pek alışık olmadığımız, hikâye veya roman gibi metni okunabilir kılan akıcı ve güzel Türkçe.

Kişilere Dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Gezi Yazıları

Taraklı Sarıkız ve Kızlar Türbeleri

Sakarya’nın merkeze en uzak ilçelerinden biri olan Taraklı şehrin güneybatısında ve 65 kilometre uzaklıkta şirin ve tarihi bir kasabadır.
Tarihi İpekyolu üzerinde bulunan Taraklı, Ertuğrul Gazi zamanında Osman Bey’in silah arkadaşlarından Samsa Çavuş tarafından Bizanslıların elinden alınması Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan öncesine gidiyor, bir rivayete göre 1289, bir diğerine göre 1293.

Evliya Çelebi Seyahatname’sinde halkın şimşir tarak ve kaşık yapmasından dolayı Yenice Tarakçı olarak geçen kasabanın adı zamanla Taraklı’ya dönüşür.

Güney Makedonya Camileri

Geçen yazımızda Teselya bölgesindeki camiler hakkında bilgi vermiştik. Bu sefer biraz daha yukarı çıkıp aralarında Selanik’in de bulunduğu Güney Makedonya bölgesinde gördüğüm camiler hakkında bilgi vereyim. Bilgi vermeden Heath Lowry’nin kitabını özellikle zikretmeliyim. Sadece camilerin değil diğer mimari eserlerin durumu hakkında bilgi veren bu eser her türlü övgüyü hak ediyor.

Güney Makedonya

Geçtiğimiz sene Avrupa gündemini meşgul eden konulardan biri de Makedonya meselesi idi. Yunanistan en başından beri kendi sınırları içinde Makedonya diye bir yer bulunduğu ve bölgenin Antik Yunan tarihinin ve kültürünün bir parçası olduğu ve Makedonların Yunan olduklarını gerekçesiyle karşı çıkmıştı.

Gezi yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Sinema Yazıları

Osmanlıca diye bir dil var mı?

Dijital eğlence, dizi ve film platformlarından birinde gündemi oldukça meşgul eden ve çok izlenen bir dizi yayınlandı. Çok konuşulması ve tavsiye edilmesi üzerine ben de işten güçten bunalıp yorulduğum bir vakitte oturup izledim. Kurgusu, senaryosu, kostüm, oyuncular fena değildi. Fevkalade bulmadım ama kötü de diyemem.

Bir otel odasından tarihe yapılan yolculuk ve tarihin seyrini değiştirecek olayları engellemek üzere kurulu film, ideolojik tarafı da olan tarihi polisiye. Bir dizinin ideolojik olmasında sıkıntı yok, her film veya dizi, apolitik olanlar bile, biraz ideolojik değil midir? Ancak ideolojik mesaj vereceğim diye hakikate muhalif olay ve sözler üzerine inşa edildiğinde iş film olmaktan çıkıp propaganda aracına dönüşüyor.

Hollywood'u göklere çıkarmak, genç nesli dolandırmaktır

Sinemayı seven biri olarak Alev Alatlı’nın Suç Ortağı Hollwood Kaan’ın Kitabı (Genişletilmiş 2. Baskı İstanbul: Turkuvaz Kitap, 2021) isimli kitabını görünce hemen edindim ve bir çırpıda okudum.

Alatlı’nın kitabı yazmaya başlaması, anlatılan ve öğretilen Amerikan tarihi ile filmlerde anlatılanların birbirinin zıttı olduğunu fark etmesi ile başlıyor. ABD’yi ve tarihini o kadar bilmesi yetmiyor böyle bir kitap yazabilmek için. Aynı zamanda o kültürün kör bir mümini ve tapacak kadar hayranı olmamak gerekiyor. Alev Alatlı bize bunu gösteriyor.

Kitabı okuyup da Alev Hanım’a hayran olmamak mümkün değil. Çünkü ancak Hollywood üzerine tez hazırlayan birinin bilebileceği kadar detay bilgileri, çok iyi bildiği Amerika tarihi ile harmanlayarak, birbirlerine gönderme yaparak o kadar açık bir şekilde anlatıyor ki okuyup da bana hak vermeyecek kimse, eğer özel bir düşmanlığı yok ise, yoktur. Ayrıca kitabı tam olarak anlayabilmek için iyi derecede İngilizcenin yanı sıra sinema ve Amerikan tarihi de bilmek gerektiğini ilave edeyim. Ya da neredeyse her paragrafta durup ansiklopediye bakacaksınız. O yüzden tek seferde okunacak bir kitaptan daha çok Amerika Tarihi adıyla bir seçmeli dersin kitabı olarak okunacak derinlikte ve genişlikte bir kitap.

Sinema yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Söyleşiler

Baba bu kitabı niye yazdın?

Şemseddin Sivasi'nin Nutk-ı Şerifi

Tasavvufi Halk Edebiyatı - Yunus Emre

ismailgulec.net