Son Yazılar

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Beynamaz ile bey’-i namaz kimdir?

Beynamazın kim olduğunu bilmeyenimiz yok. Farsça olumsuzluk eki bî- ile namazdan oluşan bu kelime zamanla dilimizde beynamaza dönüşmüş. Anlamı bildiğiniz gibi “namazsız” yani “namaz kılmayan” demek. Üzerinde durmaya ve açıklamaya çalışmaya gerek yok, çünkü anlamını çok iyi bildiğiniz bir kelime. Bey’-i namaz ise Arapça satmak fiilinin kökü bey’ ile namaz kelimesinden oluşan bir tamlama ve “namazı satma” anlamına gelmekte. Bu kelime pek bilinmez çünkü ancak çok özel mahfillerde dile getirilir.

Peki namaz satmak ne demek? Kimler namazını satar? Kime satar? Nasıl satar? Bu yazıyı bu sorulara cevap verebilmek için yazdığım için yazının sonunda cevabı vermiş olacağımı ümit ediyorum.

Yazılarım

Mesnevî ve Hz. Mevlânâ Yazıları

Dostluğun dördüncü kısmı

Dönemin hekimi Calinus asistanlarından deliler için hazırlanmış ilaçtan ister. Öğrencisi neden içmek istediğini sorunca şöyle cevap verir:

- Bir deliye rastladım. Bir müddet yüzüme baktı. Gözünü kırpıp yakamı çekti. Bende kendinden bir şey görmeseydi, yüzünü çevirip bana bakmazdı. Cinsiyetimden şüphelenmeseydi o niçin kendi cinsinden olmayana baktı?

Mevlana, Mesnevî’de Calinus’un başından geçen bu olayı anlattıktan sonra konuyu şu hikmetli sözle özetler:

İki insan ülfet etse hiç şüphe etme, aralarında müşterek bir taraf vardır.

Aramakla bulunmaz, ama bulanlar arayanlardır

Son günlerde en sık tekrar edilen cümlelerden biri “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.” oldu.

Hem gazetelerde hem de sosyal medyada bu cümle sıkça gözüme ilişince yıllar önce muhatabı olduğum bir soru geldi aklıma. Fî tarihinde bir öğrenci “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır sözünde bir mantık hatası yok mu?” diye sormuştu. Ne verdiğim cevabı hatırlıyorum ne de öğrencinin verdiğim cevaptan tatmin olup olmadığını. Ama ben bu söz ile ne kastedildiğini bir hikaye ile izah etmeye çalışayım.

İnsanoğlu tarih boyunca iki nesneye sahip olmak için uğraşmış durmuştur. Biri onu ölümsüz yapacak bir yiyeceği bulmak, diğeri de bakırı altına çevirecek iksiri icat etmek.

Mesnevî ve Hz. Mevlânâ yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Hikemî Yazıları

Fuzulî, Şem’î, Kazancı Bedih ve Muzaffer Ozak nerede buluşur?

Sabah sabah bir arkadaşımız Kazancı Bedih’in okuduğu,

Ben beni bilmem neyim dünyâ nedir ukbâ nedir
Söyleyen kim söyleten kim aşk nedir sevdâ nedir

Sözleriyle başlayan türküyü paylaştı. Birkaç kez dinledikten sonra durup düşündüm. Urfalı Kazancı Bedih’in söylediği türkü, Konyalı bir saz şairi olan Şem’i’nin Bağdat Hilleli Fuzûlî’nin bir gazeline yazdığı bir divanî idi.

Genellikle halk müziği sanatçıları tarafından okunan bu türkü aynı zamanda Cerrahî Âsitanesi postnişinlerinden Muzaffer Ozak Efendi tarafından da İstanbul’da, Fatih Karagümrük’te 20 Nisan 1982 tarihindeki zikir meclisinde okunmuştu.

Seccade

Gündemi takip ediyorsanız seccade üzerinde yapılan tartışmaları biliyorsunuzdur. Maalesef tartışma sosyal medyaya düşünce inanılmaz noktalara taşındı. Seccadeye basan, farkında olmadan bastığı için özür dilemesine rağmen taraftarları bizi bir kez daha hayal kırıklığına uğratacak yorum ve tenkitlerde bulundu, bulunmaya devam ediyor. Seccadenin dindeki yerini ve anlamını bize öğretmeye kalkıştılar. Öğretirken de hakaret etmeyi unutmadılar tabi. Hele biri “İslam’a göre seccadeye ayakkabı ile basmak diye bir günah yoktur” diyerek seccadeye basmayı meşrulaştırınca dayanamayıp yazdım.

Beni üzen konu seccadeye ayakkabı ile basılması değil, görmeden, bilmeden basılabilir. Kasıtlı olmadığı sürece bir sorun oluşturmaz. Üzüldüğümüz nokta seccadenin bizim kültürümüzde ifade ettiği anlam konusunda küçücük de olsa bir fikirlerinin olmaması ve bizi anlamamalarıdır.

Hikemî yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Bektaşilik ve Alevilik Üzerine Yazıları

Kurretü'l ayn-i "Habîb-i Kibriyâ"sın yâ Huseyn

İslam tarihinde okudukça içimizin burkulduğu, ağlamamak için kendimizi zor tuttuğumuz olayların başında Kerbela gelir. Hz. Hüseyn ve ailesinin şehit edildiği bu elim olayı anlatan eserler müstakil bir tür oluşturacak kadar çoktur. Şairlerimiz maktel-i Hüseyin veya Kerbela mersiyesi adı verilen şiirleriyle bu acıyı terennüm ederek hüzünlerini kelimelere dökmüşlerdir. Hüznünü kelimelere döken şairlerden biri de Kethüdâzâde Ârif Efendi’dir.

Merhum hocamız Mehmet Arslan’ın verdiği bilgilere göre asıl adı Hacı Mehmed Ârif Efendi olan Kethüdazâde 1768 yılında İstanbul'da doğdu. Şiirlerinde Ârif mahlasını kullanan şairimiz daha çok babasının mesleğiyle anılır.

Özde ben Mevlevî oldum da geldim

İsmini sık duymadığımız ve bilmediğimiz irfan kaynaklarımız var. Bunlardan biri de Nimrî mahlasıyla meşhur Nimrî Dede. Ahmet Buran’ın hayatını ve şiirlerini hazırladığı kitabında Nimrî Dede’nin teferruatlı bilgi bulabilirsiniz. Ben onun şiirlerinden biri üzerinde duracağım. Ama önce Ahmet Buran’ın kitabından hayatı hakkında kısa bilgi vereyim.

Nimri, Elazığ’ın Keban ilçesine bağlı yeni adı Pınarlar olan köyün eski adı. Orada doğduğu için kendine mahlas olarak Nimrî’yi seçen âşığımızın adı ise İsmail Dehmen.

Bektaşilik ve Alevilik yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Dini Hayatımıza Dair Yazılar

Türkiye'de Hac Fonu olur mu?

Birkaç gün önce Dr. Alican Yenice’nin, Prof. Dr. Mahmut Bilen’in danışmanlığında hazırladığı, dünyadaki ilk ve en eski hac fonu olan Malezya Tabung Haji ve bu kurumun Türkiye’ye uyarlanabilmesinin mümkün olup olmadığını tartıştığı doktora tezini gördüm. Ehli için bilinen bir konu olmasına rağmen benim için oldukça yeni idi ve merakla öğrenmeye ve anlamaya çalıştım.

Malezya’da Hac fonunu yöneten ve organizasyonunu yapan Tabung Haji adında bir kurum var. Malezya’da hacı adayları başvuru sırasına göre belirleniyor ve sırası gelen hacca gidiyor. Hacı adayları sırayla belirlendiği için adaylar hangi yılda hacca gideceklerini de biliyor. Sırası geldiğinde hacı adayına fazladan mali bir yük binmemesi için çok önceden fonda açılan hesabına küçük miktarlarda para yatırmaya başlıyor. Fon, biriken paraları hacı adayı adına değerlendiriyor ve hacca gitme vakti geldiğinde de aday beş kuruş para ödemeden hacca gidiyor.

Din mealden değil, Hz. Peygamber’den öğrenilir

Birkaç gün önce bir arkadaşım aradı. Dini öğrenmek istediğini söyleyip benden kendisine bir meal tavsiye etmemi istedi. Arkadaşımın bu sorusu, uzunca bir süre zihnimde taşıdıktan sonra cevabını kendimce bulduğum bir soruyu hatırlattı. Din, Kuran okuyarak öğrenilir mi? Kuran’ı veya herhangi bir kutsal kitabı okuyan herkes onu anlayabilir mi? Son yıllarda neredeyse herkes Kuran’ın mealini okur oldu. Hadis kitapları başta olmak üzere Müslüman alimlerin asırlar boyunca biriktirdikleri muazzam bir külliyat görmezden gelindi, hatta yok ve değersiz sayılmaya başlandı. Sadece meal okuyarak dini öğrendiğini zannedenler maalesef dini öğretmeye de başladılar.

Dini hayatımıza dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Hz. Peygamber’e Dair Yazılar

Huzûr-ı Nebî’de can vermek

Bizim edebiyatımızda sevgilisi uğrunda can vermeyene, can vermeye hazır olmayana âşık denmez. Âşıklığın birinci şartı canı cânân için kurban edebilmektir. En büyük sevgili ise sebeb-i hilkat-i âlem ve mefhar-ı benî âdem olan efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hazretleridir.

Âşığın sevgili yolunda can vermesini anlatan pek çok menkıbe vardır ama ben Mehmet Akif’in Necid Çöllerinden Medine’ye şiirinde anlattığı Sudanlıyı hiç unutmam. Şiiri bilirsiniz. Bilmeseniz de duymuşsunuzdur. O şiirde Mehmet Akif bir Sudanlı âşıktan bahseder. Âkif, şiire çölü tasvir ederek başlar. Ancak onun tarif ettiği çöl cahiliyye dönemi Arap şairlerinin tarif ettiği gibi değildir. Çöl yokluk, zayıflık ve ümitsizlik menbaı gibidir. Çölde ümitsiz bir haldeyken Âkif’in “Canân’ımın yeşil yurdu” dediği Hz. Peygamber’in türbesinin kubbesini, görünce bu sefer iklim değişir, bahar olur adeta. Karamsarlık ümide, keder neş’eye ve hüzün sevince dönüşür. Sevgilisini gören âşığın hâlini tasvir eder Âkif. Önce Hz. Peygamber’in huzurunda hissettiklerini anlatır, sonra İslam dünyasının perişan hâlini hatırlayıp bundan kurtulması için dua eder. Hz. Peygamber’in ravzasının önünde dua ederken bir ses duyar.

Hiç bu açıdan düşünmemiştim!

Siyer kitaplarını okumayı çok severim. Basılan her kitabı okudum demek çok iddialı olabilir ama ulaşabildiğim kadarı ile, büyük bir kısmını okuduğumu söyleyebilirim. Yayımlanan her kitabı görür görmez alır, okumak için can atarım. Büyük bir merak ve ilgi ile de okurum, daha öncekilerden farkını anlamaya çalışırım. Diğer siyer kitaplarında bulamadığım ve göremediğim şeyleri görünce de mutlu olurum.

Gerek Müslüman olsun, gerekse gayrımüslim olsun, yabancıların yazdığı kitaplar bizimkilerin yazdıklarından daha farklı olur. En büyük fark nedir diye soracak olursanız bizimkilerin Hz. Peygamber'in yanında, onun adamlarından biri imiş gibi yazması, diğerlerinin belirli bir mesafeden bakabilmeleridir, derim. Bu mesafe, onların biraz daha soğukkanlı olmasını ve meseleye daha dışarıdan bakmasını sağlıyor. Belki anlamak için buna ihtiyaç var ama o kitaplar bizimkilerin yazdığı gibi duygu ve heyecan veremiyor. Bir diğer farklı bulduğum husus, yazarların merak ve ilgilerinin farklı oluşu. Ne demek istediğimi bir kitap ve o kitapta anlatılan bir bölüm üzerinden izah etmeye çalışayım.

Hz. Peygamber’e Dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Kültür Yazıları

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Beynamaz ile bey’-i namaz kimdir?

Beynamazın kim olduğunu bilmeyenimiz yok. Farsça olumsuzluk eki bî- ile namazdan oluşan bu kelime zamanla dilimizde beynamaza dönüşmüş. Anlamı bildiğiniz gibi “namazsız” yani “namaz kılmayan” demek. Üzerinde durmaya ve açıklamaya çalışmaya gerek yok, çünkü anlamını çok iyi bildiğiniz bir kelime. Bey’-i namaz ise Arapça satmak fiilinin kökü bey’ ile namaz kelimesinden oluşan bir tamlama ve “namazı satma” anlamına gelmekte. Bu kelime pek bilinmez çünkü ancak çok özel mahfillerde dile getirilir.

Peki namaz satmak ne demek? Kimler namazını satar? Kime satar? Nasıl satar? Bu yazıyı bu sorulara cevap verebilmek için yazdığım için yazının sonunda cevabı vermiş olacağımı ümit ediyorum.

Kültür yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Tarih ve Geleneğe Dair Yazılar

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Cennete gideceği söylenen on hayvan

ültürümüzde ve edebiyatımızda hayvanların önemli bir ağırlığı vardır. Tarih boyunca tüm milletlerde ve dinlerde hayvanlara dair hikayelerin ve inançların etkisi büyüktür. Birçok milletin kökenini gücüyle ve güzelliğiyle öne çıkan hayvanlara dayandırdığını da biliyoruz. Kuran-ı Kerim’de de hayvanlar birçok bakımdan zikredilir.

Öncelikle beş surenin adı bir hayvandan alınmıştır. Bakara dişi buzağı ve inek, Nahl bal arısı, Neml karınca, Ankebut örümcek ve Fil adını bir hayvandan alan surelerdir. Bu beş isme sığır, koyun gibi sütü ve eti için beslenen hayvanların genel ismi olan En’âm da ilave edilebilir. Bunun yanında köpek balığı anlamına gelen Kureyş de vardır. Ancak adını köpek balığından değil, Peygamber’imizin de mensubu bulunduğu kavimden alır. Dolayısıyla Kuran’da adında hayvan geçen altısı doğrudan biri dolaylı yoldan yedi sure olduğunu söyleyebiliriz.

Tarih ve geleneğe dair yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Şehir ve Medeniyet Yazıları

Beynamaz ile bey’-i namaz kimdir?

Beynamazın kim olduğunu bilmeyenimiz yok. Farsça olumsuzluk eki bî- ile namazdan oluşan bu kelime zamanla dilimizde beynamaza dönüşmüş. Anlamı bildiğiniz gibi “namazsız” yani “namaz kılmayan” demek. Üzerinde durmaya ve açıklamaya çalışmaya gerek yok, çünkü anlamını çok iyi bildiğiniz bir kelime. Bey’-i namaz ise Arapça satmak fiilinin kökü bey’ ile namaz kelimesinden oluşan bir tamlama ve “namazı satma” anlamına gelmekte. Bu kelime pek bilinmez çünkü ancak çok özel mahfillerde dile getirilir.

Peki namaz satmak ne demek? Kimler namazını satar? Kime satar? Nasıl satar? Bu yazıyı bu sorulara cevap verebilmek için yazdığım için yazının sonunda cevabı vermiş olacağımı ümit ediyorum.

Mescid-i Aksa Hz. Peygamber’in miracı esnasında ne durumdaydı?

Geçenlerde bir yerde gördükten veya dinledikten sonra aklıma takıldı. Mescid-i Aksa ve Kudüs, Hz. Peygamber döneminde Romalıların hakimiyeti altında idi ve Hristiyanlaşan Romalılar da mabedi yıkmış, yerini de çöplük ve mezbelelik haline getirmişti. Hatta Yahudilerin Kudüs’e girmesine bile izin vermiyorlardı. Bu durumda Hz. Peygamber Mescid-i Aksa ile ilgili bilgileri neye göre vermişti?

İlk olarak Hz. Peygamber’in Kudüs ile ilgili verdiği bilgilere baktım. Kuran-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in Kudüs’te gördüklerine dair veya Kudüs’e dair bir bilgi verilmez. İsra suresinin ilk ayetinde sadece Mescid-i Aksâ zikredilir. Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir.

Şehir ve Medeniyet yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Topluma Dair Yazıları

Güzel koku ve zemzem

Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin eser-i meşhuru Muhammediyye’nin Hz. Peygamber’in vefatından bahseden bölümünü okurken dedem, annem ve babamın sakladığı ve benim çocuk halimle ne olduğunu anlamadığım ve kestiremediğim bazı nesneler aklıma geldi. O nesnelerin ne olduğunu söylemeden önce Muhammediyye’nin bahsedilen bölümde dikkatimi çeken cümleyi nakletmek istiyorum.

Yıkandıktan sonra Cebrail tekrar indi. Cennetten tek parça bir kefen bezi ve hoş koku getirdi. Onu kefene sarıp kabrin kenarına bıraktı.

Annemin sakladığı oyuncaklarımdan birini ararken gardırobun ücra köşesinde gördüğüm ağzı mantarla kapalı küçük metal bir şişe ile küçük bir cam şişenin yukarıdaki cümle ile yakından ilgisi var.

Bayram gelmiş neyime

Ben bizim türkülerimi roman ve hikâye gibi görürüm. Her türkü bir insanlık halini anlatır bize, insan olduğumuzu hatırlatır. Türküleri severek ve anlayarak dinleyenlerin, dinlerken türkünün içinde kaybolanların kötülük yapamamasının nedeni de budur. Türküleri iyi insanlar dinler ve iyi türküler bizi insanlaştırır.

Malum, yine bir bayrama eriştik hamdolsun. Aileler bir araya gelecek, uzun zamandan beri birbirini görmeyenler kavuşacak, sevinilecek. Küsler barışacak, yetimler sevindirilecek, fukara mutlu edilecek, hastalar ziyaret edilecek kısaca hep birlikte hayatın her anımızı meşgul eden karmaşasından kısa bir süreliğine ayrılacağız, kendimize döneceğiz. Tabi bayram herkese aynı şekilde gelmiyor ve hemen mutluluk vermiyor. İçimizde bu bayrama ilk defa yalnız girecek olanlar, sevdiğinden uzakta olanlar, kimse tarafından hatırlanmayanlar, kapısı açılmayanlar, muradı hasıl olmayanlar da var. Bayram onlara da geliyor ama diğerlerinden farklı bir şekilde geliyor. Bayram birilerinin mutluluğunu ve saadetini artırırken gariplerin ve kimsesizlerin, hastaların, dertlilerin, sevdiğinden uzakta olanların hüznünü ve derdini artırıyor.

Topluma Dair yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Yönetim Yazıları

İyi, doğru ve güzel düşünmek sıradan eylem değildir

İbrahim Kalın, geçtiğimiz günlerde, müsebbibi olmadığı gereksiz bir tartışma ile kamuoyunda yer aldı. Tartışmaya girmeden ve uzatmadan, kendine yakışan bir üslûp ve vakar içinde, sözünü bilgece söyledi ve çekildi.

Oysa İbrahim Kalın, gözümüz gibi sakınmamız gereken değerlerimizden. Cumhurbaşkanlığı sözcülüğü gibi önemli bir görevi üstlenen Kalın, dünyanın en zor coğrafyasında bulunan ve dört bir yanı sorunlu ülkelerle çevrili ülkemizin en çok çalışan bürokratlarından biri. Bir başka ülkenin bir sene boyunca karşılaştığı sorunların daha büyükleri ile bir hafta içinde karşılaşan güzel ülkemiz için canla başla çalışan bir devlet görevlisi. Üstlendiği ağır sorumluluğun stresini ve yoğun çalışmanın yorgunluğunu, fırsat buldukça sesi ve sazı ile atıyor.

Bürokrat, diplomat ve sanatçı kişiliğinin yanında akademisyen kimliğini de muhafaza eden İbrahim Kalın, ne ara ve nasıl yazdığını bilemediğimiz kitapları ile de bizi, kendine hayran bırakıyor.

Başkan adayları için hikayeler

Malum mahalli yöneticilerimizi belirleyeceğimiz seçimlere kısa bir süre kaldı. Adaylar hummalı bir çalışma içinde, seçilmek için gayret ediyorlar. Peki hiç beş yıl boyunca yaşadığımız kasabayı yönetecek belediye başkanının nasıl olması gerektiğini düşündünüz mü?

Eskiler düşünmüşler ve düşündüklerini de kitaplaştırmışlar. Siyasetname türü böyle bir ihtiyaçtan doğmuş. Bir ülkeyi, bir şehri, bir beldeyi yönetmeye talip olanları uyaran kitaplar yazmışlar ve adına da siyasetname demişler.

Yönetime dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Eğitim Yazıları

Yaz okulu neden bu kadar zorlaştırılır?

Kanaatimce üniversitelerimizin tartışması gereken konulardan biri de yaz okuludur. Maalesef üniversitelerimizde birtakım olumsuz uygulamaların neticesinde yaz okuluna karşı bir tepki oluştu. Bundan dolayı yaz okulu birçok bakımdan faydalı olduğu olmasına rağmen birçok üniversitemizde uygulanmıyor ve uygulanması konusunda mütereddit davranılıyor? Bir başka üniversiteden alınan derslerin kabul edilmesi için kazanılan seneki giriş puanlarına bakılması şartı bile getirildi. Acaba yaz okulu uygulamasına karşı bu tepki ve şüphe neden oldu?

Bu soruların cevabı var. Yıllar içinde yapılan istismarlar yaz okuluna olan güveni azalttı. Önemsizmiş ve gereksizmiş gibi değerlendirilmesine yol açtı. Biraz ciddiyet ve kontrol ile ortadan kaldırılacak bu istismarları burada sıralamayacağım. Onun yerine yaz okulunun neden önemli olduğunu ayrıntıya girmeden dilim döndüğünce aktarmaya çalışacağım.

Medrese akredite olur mu?

Sorunun biraz garip olduğunun farkındayım. Ancak ben yine de merak edip Yüksek Öğretim Kalite Kurulu’nun (YÖKAK) üniversitelerin kendilerini değerlendirmeleri için hazırladığı Kurum İç Değerlendirme Raporu’nda (KİDR) yer alan dört ana başlıktan biri olan eğitim-öğretim konusundaki birkaç ölçütü medrese müfredatı hakkında elimizdeki en kapsamlı eser olan Kevâkib-i Seb’a’da taradım ve okurken aldığım notları paylaşmak istedim.

Niçin eğitim-öğretime baktığımı merak edenleriniz olabilir. Onu da açıklayayım. Bizde ve Avrupa’da 19. yüzyıl başlarında Berlin’de Humbold üniversite kurana kadar üniversiteler ve medreselerin biricik görevi eğitim-öğretim idi. Humbold ile araştırma üniversiteye dahil oldu.

Medresenin, bir sistem olarak mükemmel tasarlanmış olduğunu söyleyebilirim. Bu kanaatin oluşması kolay olmadı. Yıllardan beri medrese ile ilgili ne gördüysem okumaya çalışıyorum. Kanaatin, bu okumalar sonucunda oluştu. Ancak bunu söylerken medreselerin kusursuz olduğunu, her zaman mükemmel örnekleri bulunduğunu iddia etmiyorum. Oradaki çözülmenin ve yozlaşmanın da farkındayım ve sistemi kastettiğimi üzerine basa basa ifade etmiş olayım.

Eğitim yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Yükseköğretim Yazıları

Yaz okulu neden bu kadar zorlaştırılır?

Kanaatimce üniversitelerimizin tartışması gereken konulardan biri de yaz okuludur. Maalesef üniversitelerimizde birtakım olumsuz uygulamaların neticesinde yaz okuluna karşı bir tepki oluştu. Bundan dolayı yaz okulu birçok bakımdan faydalı olduğu olmasına rağmen birçok üniversitemizde uygulanmıyor ve uygulanması konusunda mütereddit davranılıyor? Bir başka üniversiteden alınan derslerin kabul edilmesi için kazanılan seneki giriş puanlarına bakılması şartı bile getirildi. Acaba yaz okulu uygulamasına karşı bu tepki ve şüphe neden oldu?

Bu soruların cevabı var. Yıllar içinde yapılan istismarlar yaz okuluna olan güveni azalttı. Önemsizmiş ve gereksizmiş gibi değerlendirilmesine yol açtı. Biraz ciddiyet ve kontrol ile ortadan kaldırılacak bu istismarları burada sıralamayacağım. Onun yerine yaz okulunun neden önemli olduğunu ayrıntıya girmeden dilim döndüğünce aktarmaya çalışacağım.

Türk Yükseköğretiminde Toplumsal Katkı Kavramı

Üniversitelerin toplumsal katkı açısından misyonları ve içinde bulundukları bölgedeki görevlerinin neler olduğu düşünülürse bir parçası olduğu topluma akademik katkılardan sonra sosyal, ekonomik ve beşerî-etik, etnik çeşitlilik, hümanizm vs. gibi- bazı açılardan katkı sağlamaları beklenir. Mezunlarının ileride bir parçası olacakları toplumu daha yakından tanımaları ve üniversitenin tüzel bir kişilik olarak toplumda bıraktığı izlenim ve etki, kurumun toplumdaki paydaşları ve uygulama alanları ile olan ilişkisini sağlam tutmasını sağlamakla kalmayacak aynı zamanda kabul edeceği öğrenci kitlesi ve akademisyen camiasının kalite ve etkililik seviyesini de artıracaktır. Başka bir ifade ile üniversitenin topluma maddi-manevi anlamda sağladığı katkı, bu durumun kurum adına bir “kazan-kazan” ilişkisine dönüşmesini sağlayabilir. Çalışmada, üniversitelerin “kurumsal sosyal sorumluluğu” kavramının üniversite-toplum ilişkisi ve paydaşları açısından nasıl bir önem arz ettiği, dünya genelinde bu iki unsurun sosyal sorumluluk tabanında nasıl birleştiği ve bu durumun Türkiye’deki tabloda nasıl seyrettiği gibi konulara değinilerek uygulamaya yönelik birkaç noktanın altı çizilecektir.

Yükseköğretim yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Dile Dair Yazılar

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Bir türkü bir biyografi

Elazığ türkülerini severek ve dikkatle dinlerim. Farklı bir sesi ve dinlerken beni içine çeken sözlerinin sözlerinin de bir ağırlığı var. “Akif Bey’iin Ağıdı” olarak da bilinen,

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Can ağrısı tesir etti koluma
Yaradanım merhamet et kuluna

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Bendiyle başlayan Harput türküsü de böyle türkülerden. Türküyü ilk dinlediğimde Akif Bey’e üzülmüştüm. Kim bilir başından neler geçti, diye de düşünmüştüm. Çünkü bu türkü gibi ağıtların ortaya çıkmasında mutlaka acıklı bir hikaye vardır.

Dile dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Edebiyata Dair Yazılar

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Bir türkü bir biyografi

Elazığ türkülerini severek ve dikkatle dinlerim. Farklı bir sesi ve dinlerken beni içine çeken sözlerinin sözlerinin de bir ağırlığı var. “Akif Bey’iin Ağıdı” olarak da bilinen,

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Can ağrısı tesir etti koluma
Yaradanım merhamet et kuluna

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Bendiyle başlayan Harput türküsü de böyle türkülerden. Türküyü ilk dinlediğimde Akif Bey’e üzülmüştüm. Kim bilir başından neler geçti, diye de düşünmüştüm. Çünkü bu türkü gibi ağıtların ortaya çıkmasında mutlaka acıklı bir hikaye vardır.

Edebiyata dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Kitap Yazıları

Tekke gastronomisi olur mu?

Sorumu ilginç mi buldunuz? Bulmayın lütfen. Güldane Gündüzöz’in Derviş Lokması (İstanbul: Ketebe, 2023) isimli kitabını okuduktan sonra böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşündüm. Neden düşündüğümü de müsaadenizle izah edeyim.

Aslı eski Yunanca olan Gastronomi kelimesi Kubbealtı lügatinde “Mutfak ve yemek konusundaki bilgilerin tümü, yemek sanatı” şeklinde tarif ediliyor. TDK tarifi ise şöyle: “Sağlığa uygun, iyi düzenlenmiş, hoş ve lezzetli mutfak, yemek düzeni ve sistemi” Peşinden de İsmet Özel’in yaptığı tarif verilmiş: “Frenkler yemek pişirme sanatına, güzel, leziz ve ustalıklı yemeklerle uğraşmaya gastronomi diyorlar." Oxford sözlüğünde “Yemek ve kültür arasındaki ilişkiyi, zengin veya hassas ve iştah açıcı yiyecekleri hazırlama ve sunma sanatı, belirli bölgelerin pişirme stilleri ve iyi yeme bilimi” şeklinde geçmekte.

Hollywood'u göklere çıkarmak, genç nesli dolandırmaktır

Sinemayı seven biri olarak Alev Alatlı’nın Suç Ortağı Hollwood Kaan’ın Kitabı (Genişletilmiş 2. Baskı İstanbul: Turkuvaz Kitap, 2021) isimli kitabını görünce hemen edindim ve bir çırpıda okudum.

Alatlı’nın kitabı yazmaya başlaması, anlatılan ve öğretilen Amerikan tarihi ile filmlerde anlatılanların birbirinin zıttı olduğunu fark etmesi ile başlıyor. ABD’yi ve tarihini o kadar bilmesi yetmiyor böyle bir kitap yazabilmek için. Aynı zamanda o kültürün kör bir mümini ve tapacak kadar hayranı olmamak gerekiyor. Alev Alatlı bize bunu gösteriyor.

Kitabı okuyup da Alev Hanım’a hayran olmamak mümkün değil. Çünkü ancak Hollywood üzerine tez hazırlayan birinin bilebileceği kadar detay bilgileri, çok iyi bildiği Amerika tarihi ile harmanlayarak, birbirlerine gönderme yaparak o kadar açık bir şekilde anlatıyor ki okuyup da bana hak vermeyecek kimse, eğer özel bir düşmanlığı yok ise, yoktur. Ayrıca kitabı tam olarak anlayabilmek için iyi derecede İngilizcenin yanı sıra sinema ve Amerikan tarihi de bilmek gerektiğini ilave edeyim. Ya da neredeyse her paragrafta durup ansiklopediye bakacaksınız. O yüzden tek seferde okunacak bir kitaptan daha çok Amerika Tarihi adıyla bir seçmeli dersin kitabı olarak okunacak derinlikte ve genişlikte bir kitap.

Kitaplara dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Kişilere Dair Yazılar

Yaman değil, Yanan Dede

Yaman Dede’yi tanıyanlar, bilenler onu anlatırken üzerinde durdukları, bahsetmeden geçemedikleri konu onun has bir Hz. Peygamber aşığı olmasıdır. Talebeleri ondan bahsederken onun mutlaka bu yönüne işaret eder, ders anlatırken konu Hz. Peygamber’e geldiğinde göz yaşlarına hakim olamamasını anlatırlar. Dersi ağlayarak anlatırmış. Meşhur hikayedir, hep anlatılır. Bir gün Yaman Dede, Galata Mevlevihanesi’ne giderken yolda sendeler ve düşmemek için duvara yaslanır. Talebelerinden biri görür ve koşarak yanına gelir. “Aman hocam, iyi misiniz, hemen hastaneye gidelim.” Diyecek olur. Yaman Dede duyanın aklından hiç çıkmayacak şu cevabı verir:

- İyiyim oğlum, sadece aklıma Resulullah geldiğinde böyle oluyorum.<

Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Akif Ersoy

Malûmunuz, içinde bulunduğumuz sene, yani 2021 yılı, Cumhurbaşkanımızın, İstiklâl Marşı'nın kabulünün 100. yılı olması münasebeti yayımladığı bir genelgeyle "Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı Yılı" olarak kutlanıyor.

Bu yıl vesilesi ile Mehmet Âkif'i anlatan çok sayıda yeni kitap ile tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Bunlar arasında özellikle birini diğerlerinden çok farklı buldum: Ahmet Güner Sayar hocamızın telif ettiği Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Âkif Ersoy isimli kitap.

Ahmet Güner Sayar'ın kitaplarının iki önemli özelliği olduğunu düşünürüm. İlki, ciddi bir ilim adamı titizliği ve dikkatinin hemen göze çarpması. Diğeri de ilmî kitaplarda görmeye pek alışık olmadığımız, hikâye veya roman gibi metni okunabilir kılan akıcı ve güzel Türkçe.

Kişilere Dair yazıların tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Gezi Yazıları

Bilinmeyen hazinelerimizden: Beçin Kalesi ve Şehri

Bazı yerler var ki ne kadar anlatılırsa anlatılsın görülmedikçe kıymeti tam olarak bilinmiyor. Kıymetini ve önemini anlamak için illa görmek, yaşamak gerekiyor.

Aynı fakültede çalıştığımız Prof. Dr. Kadir Pektaş Hoca, kazı başkanlığını yürüttüğü Beçin’i ve önemini anlatır, biz de diğer kazı yerleri gibi toz-toprak içinde duvar kalıntıları olduğunu düşünürdüm. Geçen hafta bir münasebetle Milas’a gidince, buralara kadar gelmişken Kadir Pektaş’ın Beçin’ini de bir göreyim, dedim ve Kadir Hoca’yı aradım.

Şansıma hoca Milas’taydı ve bize Beçin’i gezdirdi. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Hoca bize az bile anlatıyormuş, meğer Beçin bir hazine imiş. Neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım. Yine de ikna olmaz iseniz lütfen siz de ziyaret edin.

Taraklı Sarıkız ve Kızlar Türbeleri

Sakarya’nın merkeze en uzak ilçelerinden biri olan Taraklı şehrin güneybatısında ve 65 kilometre uzaklıkta şirin ve tarihi bir kasabadır.
Tarihi İpekyolu üzerinde bulunan Taraklı, Ertuğrul Gazi zamanında Osman Bey’in silah arkadaşlarından Samsa Çavuş tarafından Bizanslıların elinden alınması Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan öncesine gidiyor, bir rivayete göre 1289, bir diğerine göre 1293.

Evliya Çelebi Seyahatname’sinde halkın şimşir tarak ve kaşık yapmasından dolayı Yenice Tarakçı olarak geçen kasabanın adı zamanla Taraklı’ya dönüşür.

Gezi yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Sinema Yazıları

Osmanlıca diye bir dil var mı?

Dijital eğlence, dizi ve film platformlarından birinde gündemi oldukça meşgul eden ve çok izlenen bir dizi yayınlandı. Çok konuşulması ve tavsiye edilmesi üzerine ben de işten güçten bunalıp yorulduğum bir vakitte oturup izledim. Kurgusu, senaryosu, kostüm, oyuncular fena değildi. Fevkalade bulmadım ama kötü de diyemem.

Bir otel odasından tarihe yapılan yolculuk ve tarihin seyrini değiştirecek olayları engellemek üzere kurulu film, ideolojik tarafı da olan tarihi polisiye. Bir dizinin ideolojik olmasında sıkıntı yok, her film veya dizi, apolitik olanlar bile, biraz ideolojik değil midir? Ancak ideolojik mesaj vereceğim diye hakikate muhalif olay ve sözler üzerine inşa edildiğinde iş film olmaktan çıkıp propaganda aracına dönüşüyor.

Hollywood'u göklere çıkarmak, genç nesli dolandırmaktır

Sinemayı seven biri olarak Alev Alatlı’nın Suç Ortağı Hollwood Kaan’ın Kitabı (Genişletilmiş 2. Baskı İstanbul: Turkuvaz Kitap, 2021) isimli kitabını görünce hemen edindim ve bir çırpıda okudum.

Alatlı’nın kitabı yazmaya başlaması, anlatılan ve öğretilen Amerikan tarihi ile filmlerde anlatılanların birbirinin zıttı olduğunu fark etmesi ile başlıyor. ABD’yi ve tarihini o kadar bilmesi yetmiyor böyle bir kitap yazabilmek için. Aynı zamanda o kültürün kör bir mümini ve tapacak kadar hayranı olmamak gerekiyor. Alev Alatlı bize bunu gösteriyor.

Kitabı okuyup da Alev Hanım’a hayran olmamak mümkün değil. Çünkü ancak Hollywood üzerine tez hazırlayan birinin bilebileceği kadar detay bilgileri, çok iyi bildiği Amerika tarihi ile harmanlayarak, birbirlerine gönderme yaparak o kadar açık bir şekilde anlatıyor ki okuyup da bana hak vermeyecek kimse, eğer özel bir düşmanlığı yok ise, yoktur. Ayrıca kitabı tam olarak anlayabilmek için iyi derecede İngilizcenin yanı sıra sinema ve Amerikan tarihi de bilmek gerektiğini ilave edeyim. Ya da neredeyse her paragrafta durup ansiklopediye bakacaksınız. O yüzden tek seferde okunacak bir kitaptan daha çok Amerika Tarihi adıyla bir seçmeli dersin kitabı olarak okunacak derinlikte ve genişlikte bir kitap.

Sinema yazılarının tümünü görmek için burayı tıklayınız...

Söyleşiler

Baba bu kitabı niye yazdın?

Şemseddin Sivasi'nin Nutk-ı Şerifi

Tasavvufi Halk Edebiyatı - Yunus Emre

ismailgulec.net