Mutasavvıf Şairlerde ‘Zindan’ Kavramı

[İsmail Güleç, “Mutasavvıf Şairlerde ‘Zindan’ Kavramı” Zindanlar ve Mahkûmlar, (M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Merkezi, Hapishaneler Sempozyumu 4-5 Aralık 2003), haz. Emine Gürsoy Naskali, Hilal Oytun Altun, (İstanbul: Babil, 2006), s. 181-190.]

Klasik edebiyatımızda zindan, bir teşbih unsuru olarak birçok anlama gelebilecek şekilde kullanılmıştır.[1] Mekan olarak; kuyu, bend, Mısır ülkesi, Yusuf’un evi, ağyar meclisi, beden, cennet, dünya, gülşen, mezar, tekke, nesne olarak; gonca, gönül, habab, kılıç kını, sadef, çene çukuru, hâl olarak da; cahil sohbeti, sevgiliden ayrılık, dünya hayatı, üzüntü ve sıkıntılı durumlara benzetilmiştir. Ayrıca metinlerden anlaşıldığı kadarı ile zindan, yer altında, çukurda, merdivenle veya ip sarkıtılarak inilip çıkılan bir yerdir ve içine deliler ve mahkumlar atılır. Bu zindana düşen mahkûmlar da buradan kurtulmak için evrâd çekerler.[2]

Divan şairleri arasında bu kadar farklı anlamlarda kullanılan zindanın, mutasavvıf şairlerin şiirlerinde, yukarıda benzetilen unsurların yanında genel olarak üç ana kavram altında kullanıldığı görülür. Bu kavramlar; telmih ve teşbih yoluyla Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. Yûsuf kıssası, iktibas yoluyla Hz. Muhammed’in “Dünya müminin zindanıdır.” Hadis-i şerifi ve îhâm yoluyla da Eflatun’un mağara alegorisidir. Bunların dışında her şairin kendi şiir anlayışı içinde zindanı benzettiği unsurlar da vardır.

1- Kuran’da geçen Hz. Yûsuf kıssası:

Kuran-ı Kerîm’in 12. sûresi olan Yûsuf sûresinde Hz. Yusuf’un kıssası anlatılır (4-102. ayetler). Uzunca olan bu kıssanın konumuzu ilgilendiren kısmı, Mısır melikinin karısının attığı iftiradan sonra Hz. Yûsuf’un zindana atılması ve uzun süre (yedi veya on iki yıl) orada kalmasıdır. Hz. Yusuf zindanda iken Cebrail’e Allah’ın kendisinden razı olup olmadığını sorması ve Cebrail’ın razı olduğunu söylemesi üzerine “O razı olduktan sonra ne kadar kalırsam kalayım.” demesi ve orada kalmayı “Cehennemde zakkum yemekten, irin içmekten, ateşten elbiseler giymekten ve katran gömleklere bürünmekten daha yeğdir.” şeklinde olumlu değerlendirmesi,[3] tarih boyunca haksız yere zindanlara düşenler için teselli kaynağı olagelmiştir. Ayrıca Hz. Yûsuf, zindanda mahkumlara hak dini tebliğ edip öğrettiği için bu mekan “Medrese-i Yûsufiye” olarak da adlandırılır. Bir görüşe göre de Hz. Yûsuf zindanda iç eğitimini alarak miracını tamamlamıştır.[4]

Yûsuf kıssası, metinlerde bazen tahkiye, bazen de teşbih yoluyla işlenmektedir. Sufiliğin tarifinin yapıldığı ilahinin şu kıtasını birincisine örnek olarak verebiliriz:

Eğer Yûsuf gibi çâha atılsan

Dönüp kul oluben Mısr’a satılsan

Girüp zindanlara hapse katulsan

Hakîkat sûfîlik incinmemekdür[5]

Hz. Yûsuf’un zindana düşmesinin nedeninin açıklandığı şu kıtada ise kıssa özetlenmektedir:

Gör ki on bir kardaşı

Nice düzdüler işi

Yûsuf’a urup taşı

Zindân eyleyen aşktır[6]

Hz. Yûsuf’un adı zindanla birlikte zikredilmesine Fânî’nin şu şiiri örnek olarak gösterilebilir:

Hem ruhum Ruhü’l-Kudüs

Meryem ü İsa benem

Ağlayan Ya’kub benem

Zindanda Yusuf benem[7]

Bir diğer örnek:

Ağlar çeşmim Yakûb gibi

Zindan içre Yûsuf gibi

Uçar oldum bir kuş gibi

Konam yâ hû seher vakti[8]

Teşbih yoluyla telmihe de, vücûdun Mısır’daki zindana ve içindeki Yûsuf’un da bedende hapsolunmuş câna benzetildiği şu beyit örnek gösterilebilir:

Bu vücûd Mısr’ında Yûsuf gibi der-zindân olup

Cân bu Mısr’a şâh olup Ken’an’ı bulmazsa ne güç[9]

Bir başka yerde ise Mısır mülküne şah olmak zindana benzetilmektedir:

Mısır diyarı mülküne şâh olduğumda sicn olur

Yokdur kararım hergizin ben Yûsuf-ı Kenânîyem[10]

Bu beyit, hadis-i şerifi de işaret ettiğinden bir sonraki konuya da örnek olarak verilebilir.

2- “Dünya mümine zindan, kafire cennettir” hadîs-i şerîfi

“Dünya mümine zindan, kâfire cennettir.”[11] hadis-i şerifi, mutasavvıf şairlerin şiirlerinde iktibas ettiği sözlerden biri olmuştur. Bu hadis-i şerifte dünya, inananlar için hapishane olarak değerlendirilmiştir. Bu konuda yorum yapan hadis alimleri, bu durumu inananlar için Rabblerinin ahirette hazırladığı cennete nispetle dünya hayatının bir hapishane hükmünde kaldığını belirtirler. Bunu da şu menkıbe ile ifade ederler:

Anlattıklarına göre Hâfız ibnu Hacer kadiyyu’l-kudât iken bir gün etrafını saran büyük bir cemaatle haşmetli ve güzel bir heyete bürünmüş halde pazara uğrar. Derken kılık ve kıyafeti pejmurde, eskimiş ve yağlara bulanmış bir elbise içerisinde sıcak zeytinyağı satan bir Yahudi kendisine doğru yaklaşıp atının yularından tutar ve “Ey şeyhülislam, inanıyorsun ki peygamberimiz, ‘Dünya mümine zindan kafire cehennemdir.’ demiştir. Sen hangi zindandasın ve ben hangi cennetteyim.” İbnu Hacer şu cevabı verir: “Ben Allah’ın bana ahirette hazırladığı nimetlere nisbetle, hâl-i hazırda sanki hapiste gibiyim. Sen de sana ahirette hazırlanan azaba nisbetle cennette gibisin.”[12]

Sühreverdi (ö. 1167) ise bu hadisi şöyle açıklamaktadır:

Zindan ve ondan çıkış müminin kalbinde saatler ve vakitlerin geçmesiyle birbirini kovalayıp dururlar. Zira nefiste nefsanî bir sıfat zuhûr edince kalbe zamanı karartır ve onu darlık ve sıkıntıya atar. Nitekim zindan darlık ve dışarı çıkmaya engel olmaktan ibaret değil midir? Kalp her zaman uhrevi zevkleri arzulayıp fezâ-yı melekûtta tenezzüh ve ezeli cemâlin müşâhedesi kaygısıyla dünyevî heveslerin kötülüklerinden uzaklaşmak ve acil şehvetlerin kayıtlarından kurtulmak istese şeytan ona bu kapıyı kapar. Nefs-i emmâre ipiyle sarkarak önüne çıkar, berrak hayatını bulandırır, kişi ile tabiatının sevdiği muallâ zevkle arasına bir engel gibi girer. İşte bu hal zindanların en muhkem ve dar olanıdır. Zira kim kişi ile onun sevgilisi arasına girerse ona yeryüzünü, bütün genişliğine rağmen daraltır. Bundan da kişinin nefsi daralır.[13]

İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1725) ise bu hadisi şöyle açıklamaktadır:

Ve dünyânın cennet hükmünde olduğu kalp hâline itibâr iledir. Ve illâ fî-nefsî’l-emr zindândır. Nitekim hadîsde gelir: Hakîkati budur ki, dünyânın bâtını nûr ve zâhiri nârdır. Zîrâ dâr-ı mihnet ve ibtilâdır. Pes, bu nûr-ı bâtına mazhar olanlara nâr-ı zâhirden zarar yokdur. Nitekim Hazret-i İbrahim aleyhisselâma nâr-ı zâhir berd ü selâm olmak ile gülistân oldu. Yani ol ter u tâzelik İbrahim’in bâtınında dâim idi. Sonra eseri zâhirinde dahi zuhûr eyledi. Pes nârın dünyâdan adem-i irtifâı nûrun vücûdunu münâfi değildir.[14]

Mutasavvıf şairler şiirlerinde dünya hayatını zindana benzettikleri gibi zindanı istiare yoluyla dünya olarak kullanırlar. Yunus Emre’nin (ö. 1321) ismini vermeden dünyayı anlattığı şu beyti dünyanın neden zindan olduğunu açıklamaktadır:

Gözüm açıp gördüğüm zindân içi

Nefs ü hevâ pür-tolu şeytân içi[15]

Nevres (ö. 1876) ise bu dünyayı sitem zindanı ve bela okyanusu şeklinde tarif etmektedir:

Zindân-ı sitemde kaldım eyvâh

Ummân-ı belâya daldım eyvâh[16]

Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

3- Bedenin zindana benzetilmesi ve Eflatun’un mağara alegorisi

Mutasavvıf şairlerin şiirlerinde zindanı en çok benzettikleri nesne bedendir. Bedenin nasıl zindan olduğunu ise Eflatun (ö. İ.Ö. 347)şöyle açıklamaktadır: Varlıkta esas olan ruhtur. Allah, önce bütün âlemleri canlandıran küllî rûhu sûretlendirmiştir. Ondan sonra, bu küllî ruhtan gezegenlerin her birine mahsus ayrı bir ruh meydana getirmiştir, ki bunlar da feleklerin ruhlarıdır. Dolayısıyla dünyanın da bir ruhu vardır. Ondan sonra yıldızların vekilleri olan ikinci derece ilahlar, şeytanlar ve dünyamızın ruhundan hayvanlardaki cüz’î ruhlar ile insana ait ruhu ayırmışlardır. Bu bakımdan insana ait ruh en büyük ruhun bir zerresidir ve cesede girmeden de vardır. Ruh sonradan, kendisi için zindan olan bedene girmiştir.[17] Ruh ile bedenin karışmasından da insan meydana gelmiştir. Rûhun bir zindan olan bedenden kurtulması ve tekrar geldiği yere dönebilmesi için rûhî kusurlardan tamamıyla temizlenmesi gerekir.[18]

Eflatun bu felsefesini de mağara alegorisi ile açıklar. Bu alegoriye göre bu dünyada gördüklerimiz sadece gölgeden ibarettir. Eşyanın hakikat ve realite ülkesi ise bu dünyanın ötesinde ve üstündedir. Bir mağaradaki mahbuslar nasıl ancak gün ışığına çıktıkları vakit eşyayı olduğu gibi görebiliyorlarsa, bizim de hakikati görmemiz için rûhlarımızın ezelî dünyanın güneşi olan en büyük realite tarafından nurlandırılması gerekir.[19]

İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1725), insan vücûdunun niçin zindana benzediğini şöyle açıklamaktadır:

Vücûd-ı insân bir zindân gibidir ki havâss-ı zâhire anda ehl-i zindana müşâbih ve havâss-ı bâtına harem ve huddâm-ı sultana mümâsildir. Ve çün insân menâm ve insilâh ile hisden me’hûz ola, havâss-ı zâhire ve bâtınaya idrâk ve şuûr kalmaz. Belki cümlesi muattal olur ve tedbîrden şöyle kalır.[20]

Çağımız mutasavvıflarından Lütfi Filiz ise bu durumu şöyle açıklamaktadır:

Allah, kendindeki her şeyi bize de vermiş olduğu için insan hür olmuştur. Ama bilahare, nefis âleminde kendi kendimize köle olduğumuz da bir gerçektir. Çünkü, anâsır-ı erbaa âlemine gelip, beden denen kafese girmek ve buradan kurtalamamakla, bu kafese hapsedilmiş durumda kaldık. İnsanlığımızdaki amaç; bundan kurtulup, hürriyetimizi kazanmakken, maalesef, pek çoğumuz bunu yapamamaktayız.[21] İnsanın aslı ruhtur ve beden içine hapsedilmiştir. Bunun farkında olup, aslını bilmediğimiz için, dua edip bu hapishaneden kurtulmaya çalışacağımıza, öleceğiz diye ödümüz patlamaktadır.[22]

Necmettin Şahinler ise bu zindanı ve kurtulma yolunu şöyle tarif eder:

En büyük zindan insanın “kendi zindanı”dır.[23] İnsanoğlunu hakikatten uzaklaştıran şey dışındaki engellerden çok kendi ürettiği ve sonunda da gerçekmiş gibi inandığı endişeler, vesveseler, kuruntular, vehimlerdir. Bu nedenle insanın kendini aşma yolunda verdiği içsel savaş savaşların en kutsalı, en erdemlisi ve en büyüğüdür. Kendini aşmanın yolu da şüphesiz bilgiden geçer.[24]

Kenzî (ö. 1981), Hakk’ı hakkıyla anlamamayı ve bir şeye benzetmeyi zindana düşmeye, yani hiçbir şeyi görmemeye benzetmektedir. Böyleleri, mağaradaki insanlar gibi eşyayı gölgelere bakarak tanımaya çalışmaktadır:

Sakın Allah deme sen şekillerle elvâna
Sonra birden düşersin karanlık bir zindana
[25]

M. Şemsettin Canpek (ö. 1965), dünyada zindana benzettiği keder, gam ve tasa dolu halden Allah aşkı ile kurtulunacağını şöyle anlatmaktadır:

Der-güşâya muntazır bâb-ı seherdim

Hâsılı endûh u gamdan pür kederdim

Feyz-i aşkınla uyansam terk ederdim

Sen uyandır feth-i zindân eyle yâ Rab[26]

Lütfi Filiz, kuyuyu bedene, Mısır’ı da erişilecek ilâhî bir makama benzetmektedir:

Can Yûsuf’un kuyudan

Çıkar yüzün görelim

Zindanlarda kalmasın

Mısr’a sultan edelim[27]

Çavdaroğlu Müfti Derviş (XVII. Yy başı), rûhu beden içinde tutmamayı ve asli vatanına kavuşmasına çalışılması gerektiğini belirtmektedir:

Gelin durmayalım zindân içinde

Ârâm etmeyelim zulmân içinde

Vatan-ı asliye seyrân edelim

Bülbüller kalmasın virân içinde[28]

4- Diğer anlamlar

Zindan bu genel anlamlar dışında şairler tarafından farklı nesne ve durumlara da benzetilmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

a- Sıkıntılı ve dertli olmak: Mutasavvıf şairler divanlarında zindanı, sıkıntılı ve zor duruma düşmekle tarif etmişlerdir.

Kimi güler hândân olur

Kime cihân zindân olur

Her kişiye senden olur

Dürlü dürlü hâl pâdişâh[29]

İnsan dertlere düşünce dünyası zindan olur:

Gâhî derdlere düşürüp zindan eder âlemi

Gâhî zindân-ı cihânı bâğ ile bostân eder[30]

Bu dünya kimileri için rahat ve geniş iken Niyazî Mısrî (ö. 1694) için sıkıntı doludur:

Kimine meydân iden bu âlemi her kûşesin

Mısrî’ye ucdan uca her kûşesin zindân eden[31]

b- Hz. Muhammed’in olmadığı devir: Hz. Muhammed’in olmadığı zamanlar da mutasavvıflar tarafından zindana benzetilmiştir.

Levlâke levlâke sizin-çün oldu

Cihan bu nûr ile serâpâ doldu

Bu nur olmasaydı bütün kâinat

Karanlıkta kalır, zindan olurdu[32]

c- Hak’dan ve mürşidden uzaklık: Mutasavvıf şairler tarafından verilen bir diğer anlam da mürşidden uzak kalma halidir. Mustafa Rûmî Halvetî, Hak’tan ve mürşidinden uzak kalması durumuda dünyanın kendisine zindan olacağını ve geceler sabah oluncaya kadar ağlayacağını belirttiği şu beyit güzel bir örnektir:

Senin derd-i firâkınla cihân zindân olur yâ hû

Geceler subh olunca tâ gözüm giryân olur yâ hû[33]

Bir başka örnek:

Bir yüzü oldu mecâz, hem câzib, hem işve-bâz

Ona meftûn olanın yeridir zindan gönül[34]

d- Belalarla dolu dünya: Müftî Derviş gülbahçesinden uzaklaşıp dünyada hapse düşen bülbül gibi, hapisten kurtulup gül bahçesine kavuşmazsa halinin çok zor olduğunu belirttiği şu beyti örnek olarak verebiliriz:

Gülşenindan yâd olup hapse düşen bülbül garip

Ol hapisten kurtulup gülşânı bulmazsa ne güç[35]

Manastırlı Fâik Sâlih Beyin (ö. 1317) şu beyti dünyanın bela ve sıkıntı diyarı olmasına işaret eden güzel bir örnektir:

Bu çârdâk-ı âlem zindân-ı pür-belâdır

Her ferd-i âferîde bir derde müptelâdır[36]

e- Akıl: Fuzûlî (ö. 1556), Leylâ ile Mecnûn isimli eserinde Mecnûn dilinden söylediği bir gazelde akıl vadisini bir bela zindanına benzetmektedir:

Akl meydânını zindân-ı belâ bilmez henüz

Kim ki bir müddet cünûn mülkini seyrân etmedi[37]

f- Cehalet ve cahillerle sohbet: Leskofçalı Galib’in şu beyti cahillerle bir arada bulunmanın arifler için zindan olduğunu belirtmektedir:

Ehl-i dil muhabbet-i nâ-cins ile şâdân olmaz

Bezm-i cühhâl gibi ârife zindân olmaz[38]

g- Süflî âlem: Arif kişinin irfanı olmayan kişiler yanındaki hali zindana benzetilmektedir:

Mihnete sabr eyleyen rahât görür Yûsuf gibi

Âlem-i süflî katında durduğu zindân olur[39]

h- Nefse uymak: İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1725) bu durumu şöyle açıklamaktadır:

Ten ise seni şehevât ve taallukât habs ve zindânına çeker. Zira anların dahi aralarında muvâfakat ve mutâbakat vardır. Zira ten nâsûtdur. Pes sen dahi tenin ahkâmıyla münsabiğ olursan zindân-ı şehevât ve taallukâtda mahbûs olup kalırsın. Ve Hak’dan ayrılıp bend-i halka mukayyed olursun.[40]

M. Şemseddin Canpek, nefsin heva ve arzularının peşinden gitmeyi zindana benzetmektedir:

Seyr-i hiddetle verirse dâmeni kör nefsine

Gösterir tatlı yolu, ol yol ana zindân olur[41]

i- Hâl ehlinin işi: Niyazî Mısrî, hâl ehli için zindana düşmenin olağan bir hâl olduğunu belirtmektedir.

Hamdülillah habs-i zindân ehl-i hâlün hırfeti

Fakr u zillet derd u mihnet ol gürûhun izzeti

Habs-i cism ü nefs iden cânın ider elbet halâs

Halvetin rûşen ider envâr-ı Hakk’un celveti[42]

Sonuç

Taranan sınırlı sayıdaki mutasavvıf şairlerinden divanlarında ve şiirlerinde zindanın özel bir yere sahip olduğunu görülmektedir. Tasavvufî şiirlerde zindan, klasik şiirden farklı olarak; hadis ve mağara alegorisi iktibas ve teşbihleri yanında, klasik şiirde de olduğu gibi, Hz. Yusuf kıssasına telmih olarak kullanılmıştır. Bunların yanında, yukarıda da sıralanmaya çalışıldığı gibi; sıkıntılı ve dertli olma hali, dünya, bela, cehalet ve cahillerle sohbet, Hz. Muhammed’in olmadığı devirler, mürşidden uzak olma hali, süflî âlem, nefse uymak, hâl ehlinin mesleği zindana benzetilmiştir.

İncelememize konu olan şairlerin azlığı göz önünde bulundurulduğunda, konunun daha geniş bir hal alacağı tahmin edilebilir.



* Dr., İ.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi.

[1] Hayretî’nin (ö. 1535) zindan redifli yek-ahenk gazeli ve açıklaması için bk. Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi, (İstanbul: YKY 1999), s.196-197.

[2] Bu bölüm, Prof. Dr. A. Atilla Şentürk’ün hazırlamakta olduğu “Osmanlı Şiiri El Kitabı” isimli çalışmasındaki ilgili maddeden özetlenmiştir. Çalışmasını kullanmama izin veren hocam Prof. Dr. A. Atilla Şentürk’e çok teşekkür ederim.

[3] Abdullah Aydemir, İslami Kaynaklara Göre Peygamberler, (Ankara:TDV, 1991), s. 89.

[4] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu III, yay. haz. Saim Öztan, Seyhun Besin, Şenol Filiz, (İstanbul: Pan, 1999), s. 78.

[5] Bilal Kemikli, Sunullah Gaybî Divanı İnceleme-Metin, (İstanbul: MEB, 2000), s. 282.

[6] Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Kütahyalı Bir Gönül Eri Çavdaroğlu Müftî Derviş, (Ankara: Akçay, 1999), s. 111.

[7] Lütfi Filiz, Fânî Divânı, yay. haz. Seyhun Besin, Aziz Şenol Filiz, İsmail Güleç, (İstanbul: Pan, 2002), s. 33.

[8] Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Türk Edebiyatında Hû Şiirleri, (Ankara: Bizim Büro, 2000), s. 238.

[9] Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Kütahyalı Bir Gönül Eri, s. 51.

[10] Azmi Bilgin, Ümmî Sinan Divânı (İnceleme-Metin), (İstanbul, MEB, 2000), s. 142.

[11] Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd 1, Sünen-i Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd 16.

[12] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Hadis Ansiklopedisi Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi 7, (Ankara: Akçağ, 1998), s. 242.

[13] A.e. a.y.

[14] İsmail Güleç, İsmail Hakkî Bursevî’nin Rûhü’l-Mesnevî’sinin İncelenmesi II, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Doktora Tezi) İstanbul: 2002, s. 308.

[15] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı II-Tenkitli Metin, (Ankara, Kültür Bakanlığı, 1990), s. 413.

[16] Cemal Kurnaz, Münâcât Antolojisi, (Ankara: TDV, 1992), s. 111.

[17] Cavit Sunar, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, 2. bs., (İstanbul: Anadolu Aydınlanma Vakfı, 2003), s. 17-18.

[18] A.e., s. 18.

[19] Cavit Sunar, Tasavvuf Tarihi, 2. bs., (İstanbul: Anadolu Aydınlanma Vakfı, 2003), s. 86.

[20] İsmail Güleç, a.g.t., c. III, s. 75.

[21] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu I, yay. haz. Saim Öztan, Seyhun Besin, Şenol Filiz, (İstanbul: Pan, 1998), s. 372.

[22] A.e., s. 374.

[23] Ali Şeriatî’ye göre insanın dört zindanı vardır. Doğa, historizm, sosyolijizm ve kendim (nefs) zindanıdır. İlk üçünden bilim yoluyla kurtulunabilir. Çağdaş insanın yenemediği ve kurtulmanın en zor olduğu kendim zindanından ise ancak aşk yoluyla kurtulunabilir. (Ali Şeriatî, İnsanın Dört Zindanı, (İstanbul: Şule, 1987.)

[24] Necmeddin Şahinler, Aynasını Arayan Adam, 2. bs., (İstanbul: İnsan, 2002), s. 79.

[25] Abdülaziz Şenol, Kenzî Divânı, yay. haz. Seyhun Besin, Şenol Filiz, İsmail Güleç, (İstanbul: Pan, 2002), s. 225.

[26] M. Şemseddin Canpek, Külliyât-ı Şemsî (Divân-ı Hadîkatü’l-Meânî), yay. haz. Orhan Bilgin, (İstanbul: 1990), s. 111.

[27] Lütfi Filiz, Fânî Divânı, yay. haz. Seyhun Besin, Aziz Şenol Filiz, İsmail Güleç, (İstanbul: Pan, 2002), s. 170.

[28] Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Kütahyalı Bir Gönül Eri…, s. 31.

[29] Azmi Bilgin, a.g.e., s. 207.

[30] Mustafa Rûmî Efendi, Dîvân, haz., Abdülkerim Abdülkadiroğlu-Mustafa Tatçı, (Ankara: 1998), s. 38.

[31] Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divânı (Tenkitli Metin), (Ankara: Akçağ, 1998), s. 157.

[32] Lütfi Filiz, Fânî Divânı, s. 199.

[33] Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Türk Edebiyatında Hû Şiirleri, s. 194.

[34] Abdülaziz Şenol, a.g.e., s. 165.

[35] Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Kütahyalı Bir Gönül Eri …, s. 51.

[36] Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri I., (İstanbul: Matbaa-ı Amire, 1333), s. 375.

[37] Füzûlî, Leyla ile Mecnûn, haz. Muhammed Nur Doğan, (İstanbul: Çantay 1996), s. 432.

[38] Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e., s. 353.

[39] M. Şemseddin Canpek, a.g.e., s. 129.

[40] İsmail Güleç, a.g.t., s. 479.

[41] M. Şemseddin Canpek, a.g.e., s. 181.

[42] Kenan Erdoğan, a.g.e., s. 239.





Bu yazıyı, Facebook'ta paylaşayım...

Bu yazıyı, Twitter'da paylaşayım...

Bu yazıyı, LinkedIn'de paylaşayım...

Bölümler

Yazılarım

Yazılarımı okuyabileceğiniz sayfadır.

Kitaplarım

Kitaplarımı görebileceğiniz sayfadır.

Basında

Basındaki haberleri görebileceğiniz sayfadır...

Etkinlikler/Takvim

Tüm etkinlik, toplantı ve konuşmalarımın haberini takip edebileceğiniz sayfadır.

Videolar

Klasik Türk musikisi nereye gidiyor?

02:00 Türk Musikisi Nereye Gidiyor?
06:15 Yüzünü Kaybeden Musiki
13:00 Klasik Türk Musikisi'nin Tarih Boyunca Geçirdiği Değişim ve Dönüşümler
14:00 Notasız Bir Musiki Asırlar Boyunca Nasıl Devam Edebilir?
16:00 Klasik Meşk Usulü Nasıl İcra Ediliyordu?
20:30 Notasız Bir Musiki Asırlar Boyunca Nasıl Devam Edebilir?
23:30 Ünlü Bestelere ve Bestekarlara Dair Hikayeler
27:30 Türk Musikisinde Yeni Bir Makam Bulmak Mümkün mü?
35:00 Türk Musikisi Nereye Gidiyor?
40:30 Klasik Türk Musiki Tarihinden Bestekarlara Dair Hikayeler

Neşet Ertaş'ı Türkülerinden Tanımak!

Neşet Ertaş'ın Yaşamı Boyunca Sırtını Yasladığı "Gönül Dağı"
"İsim Sorunu, Bir Cisim Sorunudur"
Sazını Ve Sözünü Kendine Yoldaş Edinen Neşet Ertaş'ın Dünyası
Türküleriyle Anadolu'nun Hüzünlü Ve Neşeli Sesini Dünyaya Duyuran: Neşet Ertaş
Osmanlı Batılaşması Musikiyi Nasıl Etkiledi?
Neşet Ertaş'ın Gönlünde Neler Saklıdır?
"Neşet Ertaş, Hikmet Ehli Bir Şahsiyettir"
"Musiki, Şükrün İfadesidir"
"Zahide" Türküsünün Hikayesi
Bir Çilenin Terennümü: Neşet Ertaş'ın Gurbet Türküleri

ismailgulec.net