Sinema Yazıları

Bir Tutam Karanfil filmi üzerine

Sinema anlatısında kısa ve uzun metraj film İnsana dair hikayelerin sinemaya aktarılması Yönetmen için sinema ne anlama geliyor? Hikaye ve senaryo arasında nasıl farklar var? Senaryo yazarken nelere dikkat edilmeli? Dizi senaryosu ile film senaryosu arasında fark var mı? Film yapımında yönetmenin rolü Yönetmen yaklaşımının sinemaya yansımaları Senarist ve yönetmen ilişkisi nasıl olmalı? Sinemada kuram, yöntem ve eleştiri Ses ve müziğin sinema üzerine etkisi Mekan filmin başarısını ne kadar etkiler? Dijital platformlar sinemayı nasıl etkiledi? "Benim küçük sözlerim" filminin hikayesi Yönetmen Bekir Bülbül'ün "Bir Tutam Karanfil" sinema filmi "Bir Tutam Karanfil" filminin hikayesi

Osmanlıca diye bir dil var mı?

Dijital eğlence, dizi ve film platformlarından birinde gündemi oldukça meşgul eden ve çok izlenen bir dizi yayınlandı. Çok konuşulması ve tavsiye edilmesi üzerine ben de işten güçten bunalıp yorulduğum bir vakitte oturup izledim. Kurgusu, senaryosu, kostüm, oyuncular fena değildi. Fevkalade bulmadım ama kötü de diyemem.

Bir otel odasından tarihe yapılan yolculuk ve tarihin seyrini değiştirecek olayları engellemek üzere kurulu film, ideolojik tarafı da olan tarihi polisiye. Bir dizinin ideolojik olmasında sıkıntı yok, her film veya dizi, apolitik olanlar bile, biraz ideolojik değil midir? Ancak ideolojik mesaj vereceğim diye hakikate muhalif olay ve sözler üzerine inşa edildiğinde iş film olmaktan çıkıp propaganda aracına dönüşüyor.

Hollywood'u göklere çıkarmak, genç nesli dolandırmaktır

Sinemayı seven biri olarak Alev Alatlı’nın Suç Ortağı Hollwood Kaan’ın Kitabı (Genişletilmiş 2. Baskı İstanbul: Turkuvaz Kitap, 2021) isimli kitabını görünce hemen edindim ve bir çırpıda okudum.

Alatlı’nın kitabı yazmaya başlaması, anlatılan ve öğretilen Amerikan tarihi ile filmlerde anlatılanların birbirinin zıttı olduğunu fark etmesi ile başlıyor. ABD’yi ve tarihini o kadar bilmesi yetmiyor böyle bir kitap yazabilmek için. Aynı zamanda o kültürün kör bir mümini ve tapacak kadar hayranı olmamak gerekiyor. Alev Alatlı bize bunu gösteriyor.

Kitabı okuyup da Alev Hanım’a hayran olmamak mümkün değil. Çünkü ancak Hollywood üzerine tez hazırlayan birinin bilebileceği kadar detay bilgileri, çok iyi bildiği Amerika tarihi ile harmanlayarak, birbirlerine gönderme yaparak o kadar açık bir şekilde anlatıyor ki okuyup da bana hak vermeyecek kimse, eğer özel bir düşmanlığı yok ise, yoktur. Ayrıca kitabı tam olarak anlayabilmek için iyi derecede İngilizcenin yanı sıra sinema ve Amerikan tarihi de bilmek gerektiğini ilave edeyim. Ya da neredeyse her paragrafta durup ansiklopediye bakacaksınız. O yüzden tek seferde okunacak bir kitaptan daha çok Amerika Tarihi adıyla bir seçmeli dersin kitabı olarak okunacak derinlikte ve genişlikte bir kitap.

Karınca yuvasına dönmeli

Geçen sene vizyona çıkan ve yapılması için 30 yıl beklenen Nazif Tunç’un Karınca isimli filmini nihayet seyredebildim. Vesile olan Karantina Sohbetleri-Zoomiler grubuna teşekkür ederim. Şimdi bir bu grup eksikti, bunlar da nereden çıktı gibi sorular aklınıza gelebilir. Korkmayın, endişelenmeyin, bunlar öyle ilk akla gelen gruplardan değil. Kimseye zararları olmayan bir grup. Daha sonra ne olduklarını ve ne yaptıklarını anlatırım.

Nazif Tunç, kendi ifadesiyle Türk sinemasının Yücel Çakmaklı ile girdiği ‘manevi gerçekçilik’ vadisinde sağına soluna bakmadan, herhangi bir ekonomik kaygı gütmeden Türk milletinin tarihsel gelişimine ve inanç geleneğine uygun filmler yapmayı amaç edinen bir yapımcı-yönetmen.

İbn Sina da kim oluyor?

Evde ne yapacağımızı düşündüğümüz ve vakit geçirecek meşgaleler aradığımız bu günlerde, her akşam doktorları dinlemenin vermiş olduğu dikkatten olsa gerek İbn Sina’nın hayatının anlatıldığı söylenen The Physician isimli filmi seyrettim.

1999’da yayınlanan aynı isimli kitaptan uyarlanarak 2013 yılında vizyona giren film belli ki bir filmden çok daha fazlası için çekilmiş. Batı medeniyetin ve bilim beşiği, doğu ise barbarlığın ve yobazlığın. İşid ile mücadele edildiği iddiasının gündemde olduğu ve kamuoyunun desteğinin arandığı bir dönemde çekilmesi aslında filmin neden çekildiğini gösteriyor. 

Devamını okumak için tıklayınız.

İki Papa (mı!)

Son günlerde papa ile ilgili iki haber medyada çokça yer aldı. İlki gerçek hayattan uyarlanan İki Papa adlı film. Diğeri de film vizyona girdikten bir hafta sonra elini bırakmak istemeyen kadına karşı Papa’nın tavrı ve daha sonra dilediği özür.

Hiç şüphesiz ikinci haber filmi hazırlayanların hiç istemediği bir şey olmalı diye düşünürken aklıma filme dikkat çekmek ve daha çok kimsenin seyretmesi için köpürtülen bir haber olma ihtimali de geldi. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Susarak konuşanların filmi: Dilsiz

Murat Pay’ın Maşuk’un Nefesi ve Miraciyye isimli belgeseler filmlerinden sonra beklediğim ilk uzun metrajlı filmi Dilsiz’i vizyondan çabucak kalkacağı endişesiyle bir arkadaşımla birlikte gün içinde işi gücü bırakıp gittim ve seyrettim. İyi ki gitmişim, odama döndüğümde sabahki halimden eser yoktu üzerimde. Muhabbet yağmuru ile yıkanmış gibiydim ve adeta ruhum temizlenmişti.

Başından sonuna kadar gözümü kırpmadan seyrettiğim filmde ara verildiğinde aklıma ilk gelen şey filmin şeridi mi koptu yoksa bir başka arıza çıktığı oldu, ara olabileceğini hiç düşünmedim bile. Filmin sonunda jenerik dönerken fonda çalan şarkı bitmeden kimse salondan çıkmak istemedi. Sanki film bitmemişti ve devam edecek gibiydi. Salonu temizlemeye gelenler olmasa kimsenin çıkacağı yoktu salondan. Emeği geçen herkesi tebrik ederim.

Devamını okumak için tıklayınız.

Senin baban iyi adam

Sinemalarda gösterime giren 7. Koğuştaki Mucize adlı filmi birkaç hafta gecikmeli de olsa nihayet seyredebildim. Her kesimden, her yaştan, her inançtan, okumuşu, okumamışı herkesin anlayabileceği ve kendisinden bir şeyler bulabileceği filmi başından sonuna kadar gözümü kırpmadan bir iyilik hikayesi, bir masal dinliyormuşçasına seyrettim. Bir de oyuncuları iyi olunca ortaya güzel bir eser çıkmış.

Film, bir koğuş azılı mahkûmun bir masumu kurtarmak için seferber olmalarını anlatıyor. Her biri azılı bir katil veya hırsız olan mahkumların önce öldürmek istedikleri adamı sonra hayatları pahasına kurtaracak duruma gelmelerinin hikayesi de diyebiliriz. O mahkumları böylesine değiştiren ise küçük bir kızın baba sevgisi ve babanın saflığı ve temizliği. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Dünyayı iyilik kurtaracak

Geçtiğimiz hafta sonu, ikinci hafta kaldırılır endişesiyle ki bir önceki filmi öyle olmuştu, hemen Semih Kaplanoğlu’nun Oscar’a aday gösterilen filmini seyretmeye gittim. Filmin sonunda aklıma nedense Hüseyin Atlansoy’a ait olduğunu sandığım aklımda kaldığı kadarı ile şu dizesi geldi:

Zekamızla baş edebilirsiniz ama saflığımızla asla

Bu dizeyi izah etmek için film çekilse herhalde bu kadar olurdu. Filmin iki kahramanından biri olan Kübra Pir’in canlandırdığı ve benim çok başarılı bulduğum Aslı’nın zekası en az Kübra Pir kadar başarılı olan Ece Yüksel’in canlandırdığı Gülnihal’in saflığı ile baş edemedi ve teslim oldu. Bana soracak olursanız filmin özeti ve konusu bu. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Yeşil Kitap filmi üzerine

Geçen senenin en çok konuşulan filmlerinden biri Amerika’daki ırkçılığı anlatan Green Book (Yeşil Kitap) idi. Film adını 1937-1962 yılları arasında her yıl güncellenerek yayınlanan The Negro Motorist Green Book (Zenci Şoförler için Amerika'da Güvenli Seyahat Rehberi) isimli kitaptan alıyor. Yeşil Kitap denmesinin nedeni ise hem yayıncısının soyadının Green olması hem de kitabın kapağının yeşil olması.

Film senaristlerden birinin babasından dinledikleri üzerine kurgulanmış. Babasının soyadı ile ilgili yaşadığı sıkıntıları da araya sıkıştırıvermiş. Yaşanmış bir olaydan yola çıkınca gerçeklerle ne kadar örtüştüğü üzerine bir hayli tartışmalar olmuş. Dr Shirley’in ailesinden yeterince bilgi alınmadığı, gerçekleri çarpıttığı konularında eleştirilmiş ve basit bulunmuş ama orası bizi pek ilgilendirmediği için üzerinde durmayacağım... Belki de güzelliği basitliğinde. İki saatin nasıl geçtiğini anlamadım ve gözümü kırpmadan seyrettim. Zaman zaman güldüm, zaman zaman düşündüm, zaman zaman da gözlerim doldu, boğazıma bir şeyler takıldı. İzleyici avucunun eline alıp hamur gibi oynamış yönetmen. Bu yönüyle de çok başarılı bence.

Deliler: Korku bile onlardan korkardı

Deliler ismini son zamanda gösterime giren bir film sayesinde sıkça duymaya başladık. Böylece tarihimizin pek bilinmeyen bir yönünü de öğrenmiş olduk. Deliler 15. yüzyılın sonlarında Fatih döneminde Rumeli’de kurulmuş hafif süvari birliği. Kelimenin aslı bir rivayete göre “delil”, bir başka rivayete göre “dilir” iken zamanla hiçbir akıllı insanın yapmaya cesaret edemeyecekleri işleri yaptıklarından dolayı halk bunları deli diye çağırır olmuş

Devamı için tıklayınız.

Huuu delülar hu!

Merak ettiğim ve haklarında ne bulsam okuduğum savaşçı dervişlerle ilgili bir film olur da ben gitmez miyim. Giderim ve gittim de. Hatta gitmekle kalmayıp bir de sizler için yazıverdim. Tarihi gerçeklerle ne kadar örtüştüğünü Haşim Şahin yazsın, ben filmden bahsedeyim sadece. 

Film zulüm ve merhamet karşıtlığı üzerine kurulu. Zalim olacağı daha çocukken kafesteki kuşu öldürmesinden belli olan voyvoda ile merhameti ile gönülleri fetheden Türkler arasında geçiyor. Voyvoda ilginç bir kişilik. Zırhlarında haç işareti olduğu halde Papa’yı küçük gören ve kendisini Tanrı’nın oğlu sanan bir zındık, Hristiyan-Müslüman ayrımı yapmadan herkesi öldüren bir zalim, kendisinden başka kimseyi sevmeyen ve kendine tapan bir manyak olarak resmedilmiş. Deliler ise Kazıklı Voyvoda’nın ettiği zulümlerin cezasını kesip makbuzunu eline verenler oluyor.

Müslüm filmi üzerine kısa notlar

Gişelerde rekor kırmasa da çok seyredilen bir film ve hakkında hem geleneksel medyada hem sosyal medyada epey bir yazıldı, çizildi. Vizyona girdiğinden beri gitmek istememe rağmen fırsat bulamamıştım. Nihayet fırsatını buldum ve gittim. İzledim ve sinemadan çıkınca da bir müddet kendime gelemedim. Eve gelip Müslüm şarkılarını dinledim, dinledikçe kendi içimde boğulduğumu hissedince bilgisayarı kapatıp kendimi dışarı attım.

Peki birçok insan gibi beni de etkileyen şey neydi? Müslüm’ün şarkıları mı, bir trajediden farksız hayatı mı, talihsizliği mi, replikler mi, fotoğraflar mı, filmin kendisi mi, neydi? İçine düştüğü girdaptan kurtulmaya çalışan bir insanın çırpınışları mı beni etkiledi? Kimsenin elini tutmasına izin vermeyecek kadar müstağni olması mı? Bir türlü bırakamadığı içkisi mi? Kaderini çizen babasının acımasızlığı mı? Yoksa hepsi mi?

Ahlat Ağacı: Beyaz perdeye yazılan kitap

Aylardan ramazan günlerden de pazar olunca insanın yapacağı işler sınırlı oluyor doğal olarak. Ne yapacağımı düşünürken gördüğüm bir haber üzerine kalktım, Nuri Bilge Ceylan’ın uzun bir aradan sonra çektiği filmi izlemeye gittim. İzlenimlerimi de sizinle paylaşmaya karar verince de günü tamamlamış olduk.

Önce şunu belirtmeliyim. Biliyorum, bu tür yazılarda önce film özetlenir, ouncular ve rolleri hakkında bilgi verilir  ve olaylara geçilir. Kısa bir araştırma ile yazacaklarımdan çok daha fazlasını bulacağınız için o bahislere girmeyip filmde dikkatimi çeken hususları sizinle paylaşacağım.

Film çok uzun. 11’de başladı ve 14.15’te bitti. Üstelik aksiyon sahneleri de yok, hareketler durağan, konuşmalar bol ve uzun, neredeyse hiç  müzik yok. Böyle anlatınca siz filmi seyrederken sıkılıp çıktığımı düşünebilirsiniz. Öyle yapanlar olmuş. Ama benim filmi yarıda bırakıp çıkasım hiç gelmediği gibi canım da sıkılmadı. Keşke dedim, bazı sahnelerdeki duyguyu aktarırken müziğin büyülü gücünden de yararlansaydı. Filmi izlerken zaman zaman yoran bir çekim tekniği kullanılmış. Kahraman sabitken çevre hareketli gibi algılanıyor. Başım dönüyormuş gibi hissettim ve o şekilde çekilen sahneler gözlerimi yordu.

Murat Pay’ın Saklı Miras Miraciyyesi

Murat Pay Mevlid’i ve okunuşunu anlattığı Maşukun Nefesinden sonra güzel bir iş daha çıkarmış: Saklı Miras Miraciyye. Seyredince bu satırları karalamaktan kendimi alamadım.

Her ne kadar film dediysem de aslında bir belgesel. Öğretmek ve göstermek amacıyla çekilen film kurgu ve belgesel olarak iki düzlemde gidiyor ve en sonunda birleşiyor.

Kurgu olan kısım Raci’nin başından geçenler. Çocukluğu, gençliği ve olgunluk döneminde yaşadıkları. Çocukluk köyde, gençlik ve öğrencilik bekar evinde, olgunluk ise annesi ve kızıyla birlikte daha büyük bir evde geçiyor. Belgesel kısmı ise Mevlevihane ile başlayıp Bursa’da Numaniye Dergâhı ile bitiyor.

Film olan kısım aslında bu bir nevi Raci’nin olgunlaşma hikayesi. Kahramanımızın adı, filmin bir yerinde de geçtiği için tesadüf olmadığını düşündüğüm Amak-ı Hayal’den alınma ve doğal olarak biraz da Amak-ı Hayal’in Raci’sinin hikayesi.

Karatay Direniş

Yine bir pazar, yine çocuklarla birlikte sinema. Bu seferki istikametimiz Direniş Karatay.

Afişini ilk gördüğüm andan itibaren merak ediyordum, bugün merakım zail oldu. Benim gibi merak edip de gitmeyenler için de oturdum, bu satırları yazdım.

Bizde Osmanlı için çok şey söylenir, bilinir ama Selçuklular pek konuşulmaz. Garip olan şu, tarihçiler arasında da pek popüler değil maalesef. Oysa Selçuklular bilinmeden Osmanlılar tam manasıyla anlaşılmaz. Osmanlıları doğuran ve büyüten iklimi anlamak için Selçuklu devlet yapısını bilmek gerekiyor.

Bu hep böyle mi idi bilmiyorum ama bundan elli sene önce Osman Turan, Mehmet Altan Köymen, Ali Sevim gibi Selçuklu tarihçileri en az Osmanlı tarihçileri kadar meşhurdu ve büyüktü. Hele Osman Turan, onun eserlerini okumayanı adam yerine koymazlardı.

Kimin duvarı daha kuvvetli: Buğday mı, Labirent mi?

Peşpeşe sayılabilecek bir zaman diliminde önce Buğday, ardından da Labirent’i seyredince sanki aynı filmin iki farklı versiyonunu seyretmiş gibi oldum. Buğday hakkındaki görüşlerimi daha önceden yazmıştım. Labirent’i de seyredince gördüğüm benzerlikleri sizlerle paylaşmak istedim.

Buğday, malum Semih Kaplanoğlu’nun dünyanın büyük sorunları içinde debelenen insana kurtulmasının ancak kendini bulmasıyla mümkün olduğunu gösteren filmi.  İki temel sorun üzerine inşa etmiş filmini Kaplanoğlu. Çevre ve insan, acaba mikro kozmos ve makro kozmoz mu demeliyim! Acaba bu iki sorun  birbirinden ayrılabilir mi? Ayrıntıları daha önce yazdığım için burada girmeyeceğim. Dolayısıyla bu yazıyı okuyacaklara ilkini okumalarını da tavsiye ederim.

Nefes olmadan buğday da olmaz

Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filmini çok istememe rağmen ikinci haftanın sonunda vizyondan kaldırıldığı için seyredememiştim. Nihayet seyredebildim. Peşinen söyleyeyim, seyretmeseydim benim için eksiklik olurdu, bu bir. Filmi çok değerli bir deneme olarak gördüm ve genel olarak beğendim, bu da iki.

Semih Kaplanoğlu’nun bu filmi hakkında günlerce konuşulabilir, kitap yazılabilir, tezler hazırlanabilir. Muhteva bu kadar zengin olunca hakkında çok yazılıp çizilmesi de normal. Ben de tekrara düşmeden yazmaya çalışacağım.

Galasının Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde yapılması tartışmaları farklı bir mecraya taşısa da zamanla normalleşti ve film üzerine yoğunlaştı. Filmim distopik olup olmaması, Tarkovski sinemasına öykünmesi, filmdeki göndermeler, modern insanın bunalımına önerdiği çözüm bakımından medyada epeyce tartışıldı. Eleştirileri ikiye ayırmak mümkün. Biri film  üzerine, diğeri ise Semih Kaplanoğlu’nun filmde sunduğu reçete üzerine. Eleştirmenler durdukları yere, temellük ettikleri politik ve ideolojik görüşlere göre beğeniyorlar veya eleştiriyorlar. Film hakkında genel kanaat Semih Kaplanoğlu ile aynı dünya görüşüne sahip olmayan eleştirmenler arasında bile başarılı olduğu yönünde. 

Arif ne kadar arif?

Arif V216 filmi üzerine

Cem Yılmaz’ı beğenmek için bir çok neden sayabilirim ama iki neden diğerleri arasında öne çıkıyor. İlki bizim yaş grubunun meşhurlarından olması, ikincisi de kabalığın ve bayağılığın komedi olarak sunulduğu bir devirde zekayı ve ironiyi mizaha sokması. O yüzden ne zaman bir Cem Yılmaz filmi olsa fırsat düşürür, giderim.

Cem Yılmaz belki sinemacı olarak bilinen birçok kişiden daha fazla filmde oynamıştır ama onun adı geçtiğinde akla ilk gelen modern meddahlık dediğimiz stand-upçılığıdır.  Onun bu şekilde şöhret olması filmlerinin geniş bir kitleye ulaşması bakımından avantaj gibi görünmekle birlikte insanları beklentiye sokması ve tek kişilik gösterilerindeki performansını görecekleri düşüncesi içine itmesi de şansızlığı oluyor zannımca. Seyrettiği filmlerdeki  kötü karakterleri dışarıda gördüğü zaman dövmek isteyenlerin bolca olduğu canım ülkemde bu durum Cem Yılmaz’ın trajedisi olsa gerek.

Filmi benim için seyredilmeye değer hale getiren bir özelliği daha var: İstanbul’da geçmesi. Yaşlanıyor muyum, bilmiyorum ama sadece eski İstanbul var diye  kötü filmleri bile seyrediyorum. Bu filmde de Yedikule ve Beyoğlu vardı. Elimde imkan olsaydı İstiklal Caddesi ve Yedikule sokaklarının geçtiği sahneleri durdurur, tekrar seyrederdim.

Özgürlüğün sesi: Bilal filmi üzerine

İslam’ın ilk müezzini Bilal-i Habeşî’nin hayatının anlatıldığı film vizyona gireli bayağı bir zaman olmuştu. Çok arzu etmeme rağmen fırsat bulup seyredememiştim. Fırsat bulur bulmaz çocukları da alıp sinemaya gittim ve filmi izledim.

Filmin özeti her yerde var, bulur okursunuz, o bahse girmeyeceğim. Filme geçmeden önce de adetim olduğu üzere sizi merakta bırakmamak için film hakkındaki kanaatimi hemen söyleyeyim. Genel olarak beğendim. Güzeldi. Daha iyi olabilirdi. Yazının bundan sonrası meraklılar için.

Film hakkındaki düşüncelerim ile filmi izlerken düşündüklerimi karıştırarak anlatacağım için yazılan her şeyin filmde olduğunu düşünmeyin lütfen. Her ne kadar film Hz. Bilal’i anlatıyorsa da o günden bugüne değişen pek bir şey olmadığını görmek insanı üzüyor biraz. Özellikle içinde bulunduğumum şu mübarek günlerde. Neyse...

Yılmaz Erdoğan’ın Ekşi Elmaları

Yılmaz Erdoğan’ın yeni filmi görücüye çıktı. Hakkında yazıldı, çizildi. Eleştirenler beğenenlerden daha çok oldu. Sinema eleştirmenlerinin bir kısmı oyuncuları, bir kısmı senaryoyu, bir kısmı kurguyu bir kısmı da müziğiyle ilgili bir şeyler söylediler, eleştirdiler.

Ben aslında başka bir film için gitmiştim, ama Ekşi Elmalar’ı görünce fikrimi değiştirdim ve izledim. Hakkında yazılanları ve çizilenleri okuyunca da oturup bu satırları kaleme aldım, yoksa klavyeye döktüm mü demeliydim!

Ben burada Yılmaz Erdoğan sinemasını anlatmayacağım, öteki filmleriyle karşılaştırıp kimi farklılıklar ve benzerlikler üzerinde durmayacağım. Sinema tekniğinden felan da bahsetmeyeceğim. Kurgusunu ve oyuncaları kritize etmeyeceğim. Keyifle izlediğim bir film ile ilgili ilk aklıma gelenleri sizinle paylaşacağım.

Mecidi’nin Hz. Muhammed filmi üzerine


Hava yağmurlu ve kapalı olunca, üstüne bir de iş-güç bunaltınca ne yapayım diye düşünürken İranlı meşhur yönetmen Mecid Mecidî’nin çok konuşulan filmini izlemeye karar verdim. Birkaç günden beri basında film üzerinde tartışmaları takip ediyordum. Beğenenler de vardı, beğenmeyenler de. Bir kısmı ise filmi zinhar izlemeyin diyordu. En iyisi gidip gözlerimle göreyim dedim ve gittim.

Filme geçmeden bir düşüncemi sizlerle paylaşayım. Hz. İsa’nın hayatı üzerine onlarca film çekilmiştir. Operalar, diziler, çizgi filmler de cabası. Bizim peygamberimiz ile ilgili ise Mustafa Akkad’ın Çağrı’sından başka bir film yok neredeyse. O filmin Türkiye’ye gelişini hatırlıyorum. Çocuktum, ortaokula gidiyordum. Fikirtepe’de Üças Sineması vardı ve bu sinemanın kışlık ve yazlık bölümleri vardı. O zaman da ilk kez gelmişti Çağrı filmi ve ben abimle birlikte serin bir yaz akşamı açık hava sinemasında seyretmiştim. Neredeyse otuz yıl oldu, ikinci bir film çekilmedi. O bakımdan da Mecidî’nin filmini önemsiyordum ve gittim.

Diriliş ama Ertuğrul değil

Karlı ve soğuk bir pazar sabahı evde ne yapayım diye düşünürken haberlerini okuduğum ve fragmanlarını seyrettiğim üç dalda Altın Küre ödülü alan ve Oscar’a adaya gösterilen ve bu hafta vizyona giren Diriliş/Revenant filmini seyretmeye karar verdim.

Başrolünü Leonardo DiCaprio’nun oynadığı ve Oscar ödüllü yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği filmde DiCaprio’ya Tom Hardy, Domhnall Gleeson, Will Poulter, Paul Anderson ve Brendan Fletcher gibi oyuncular eşlik ediyor.

Film, Michael Punke'nin, filmin ana karakteri de olan Hugh Glass’ın hayatından uyarlayarak yazdığı ve 2002'de yayınlanan The Revenant isimli romandan senaryolaştırılmış.

Kaybolan bir geleneğin ihyası: Mâşuk’un Nefesi

 

Murat Pay’ın yönetmenliğini yaptığı bir mevlithanın nasıl yetiştiğini gösteren Maşuk’un Nefesi isimli belgeseli seyrettikten sonra aklımda kalanları sizinle paylaşacağım.

Her şeyden önce belgeselin çekilme hikâyesi ile başlayayım. Murat Pay, eşiyle birlikte gezdiği sahafların birinde kelepir bir Mevlid nüshası bulur. 1 TL verip kitabı alırlar. Başlangıçta çok da önemli değildir, alınan bir çok kitaptan birisidir, derken yönetmenin eşi babasının Mevlid’i vezinli okuduğunu hatırlar ve bir gece bir türlü uyumayan kızının başında masal kitabı yerine babasından ve babaannesinden duyduğu şekilde, failatün failatün failün vezninde Mevlid’i okumaya başlar. Kızının sakinleştiğini ve rahatladığını görünce bu okumalar her akşam yerine getirilmesi gereken bir ödev hâline dönüşür. Bunu duyunca düşünmeden edemedim, günümüzde acaba çocuğuna geleneksel formda Mevlid ve benzeri metinleri okutarak uyutan kaç anne baba var? Benim aklıma çocuklarıma Mevlid okumak gelmedi, üstelik bildiğim halde gelmedi ve gelmediği için de çok üzüldüm. Bu arada annenin çocuğa okuduğu Mevlid’in sözleri babanın da dikkatini çeker ve anne-baba Mevlid’le yakından ilgilenmeye başlayınca küçük kızının bile dinlemekten zevk aldığı bu metinle ilgili bir proje yapmayı düşünür. 

New York’ta Beş Minare’de Mevlana

New York’ta Beş Minare’de Mevlana

Mahsun Kırmızıgül’ün çok konuşulan filmi New York’ta Beş Minare’de üç yerde Mevlana ve Mevlevilik ile ilgili konuşmalar ve sahneler var. Bunların birinde Hacı Gümüş’ün (Haluk Bilginer) kendisini öldürmelerinden korkan arkadaşı Marcus’a (Danny Glover) ölümden bahsederken Mevlana’nın meşhur gazelinin ilk bir kaç beytini okuduğu sahne:

Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma

Yazılarım

ismailgulec.net