Medeniyet Yazıları

“Hüve’l-Bâkî” ile “Ruhuna Fatihâ” arasında

Bir toplumun medeniyet seviyesini gösteren işaretlerden biri de mezarlıkları ve mezar taşlarıdır. Türkler, Müslüman olmadan önce atalarının mezarlarına gösterdiği hürmeti ve özeni Müslüman olduktan sonra da göstermişler, dünyanın en güzel mezarlıklarını ve mezar taşlarını yapmışlardır. Taşı kitabeye dönüştürmeyi başarmak kolay bir iş olmasa gerek. Dünyanın hiçbir yerinde bizim mezarlarımız kadar sanat değeri yüksek, sembollerle örülü ve birbirine hem benzeyen hem benzemeyen farklı mezar taşları bulamazsınız. Bizim mezarlarımız lahdi ile, baş ve ayak taraflarına dikilen taşları ile, çevresine dikilen bitki ve çiçek örtüsüyle bizim medeniyetimizin geldiği noktayı gösteren harika örneklerden biridir.

Öteden beri bizde heykeltıraşlık olmadığından dem vurulur, durulur. Oysa sıradan bir Osmanlı mezarlığı gezilse o mermerlerden ve taşlardan ne harika işler çıkarıldığı hemen görülecektir. Mermer üzerine işlenen nakışlar, motifler tezyini sanatların en güzellerindendir. Kitabe üzerindeki yazı ise biçim olarak hattın, muhteva olarak da şiirin güzel örnekleridir. Bir mezar taşında musiki dışında tüm sanatları görmek mümkündür.

Gitti ‘İstanbul Beyefendiliği, geldi ‘İstanbulinsanı’

Geçenlerde sosyal medyada gözüme çarptı. İstanbulinsanı (bitişik yazılıyor) diye bir insan tipi varmış. Yine sosyal medyadan gördüğüm ve anladığım kadarı ile bu istanbulinsanının özelliklerini maddeler halinde yazayım:

1. İstanbulinsanı doymayan ve doyması mümkün olmayan,
2. Hiçbir dini, ahlaki veya bir başka sisteme göre değer tanımayan, dolayısıyla istediğini yapabileceğine ve düşünebileceğine inanan,
3. Kendi zevkini tatmin, keyfini sürmek için toplumun veya bir başkasının zarar görmesinden rahatsızlık duymayan,
4. Dinle ve dini hayatla uzaktan yakından ilgisi olmayan, sanki din hiç olmamış gibi yaşayan ve dini pratikler ve kavramlar hakkında hiç bilgisi olmayan,

Biz Buhara’dayız Buhara da bizde

Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Buhara Devlet Üniversitesi, Buhara Tıbbiyat Üniversitesi, Türkiye Yazarlar Birliği ve Türksoy’un birlikte düzenledikleri Doğumunun 150. Yılında Mehmet Akif Ersoy başlıklı bilgi şölenine katılmak üzere birkaç gün Buhara’da kaldım. Neden Buhara’da düzenlendiğini merak edenler için hemen söyleyeyim. Mehmet Akif Ersoy’un annesi Emine Şerife Hanım Buharalıdır ve Mehmet Akif’in başladığı ilk mektep Emir Buhari mahalle mektebidir. Yani Mehmet Akif Ersoy, annesinin memleketinde anılmış oldu. Dikkatimi çeken husus Buhara’da neredeyse kimsenin Mehmet Akif’in annesinin Buharalı olduğunu bilmemesi ve tanımaması idi. O yüzden bilgi şöleni kanaatimce çok isabetli oldu.

Eğitim hayatımız Buhara’da başlar

Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna farklı bir açıdan bakmak

Hudutta küçük bir beylik olan Osmanlıların, deve dişi gibi büyük beylikler arasından sıyrılıp büyük bir devlet olabilmesinin nedenleri hep tartışılagelmiştir. Paul Wittek, Rudi Paul Lindner, Fuat Köprülü, Heath Lowry, Sencer Divitçioğlu, Halil, İnalcık, Ahmet Yaşar Ocak, Feridun Emecen ve Cemal Kafadar gibi önemli ve ciddi tarihçilerin siyasi, kültürel, etnik, dinî, ekonomik nedenlerle açıkladıkları kuruluşa dair görüşler yine felsefeci kimliğiyle öne çıkan Dr. Ahmet Demirhan tarafından değerlendirilmiş ve kritik edilmişti. Birkaç gün önce okuduğum Dr. Ahmet Emre Polat, Devlet Olma İmkânı Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Üzerine Felsefi Bir İnceleme (İstanbul: Dergâh, 2023) isimli kitabında meseleye daha önce hiç okumadığım ve duymadığım bir açıdan yaklaşmakta.

Mahzun bir tekke: Eskişehir Mevlevihanesi

Birkaç gün önce bir vesile ile Eskişehir’e gitmiş ve Eskişehir Mevlevihanesi’ni de ziyaret etme imkânı bulmuştum. Bu muhteşem külliyeyi gezince hem sevinmiş hem de üzülmüştüm. Önce neden sevindiğimi, sonra da neden üzüldüğümü anlatmaya çalışayım. Ama öncesinde külliyeyi daha iyi tanımanız için tarihini özetleyerek aktarayım.

Hasan Hüseyin Adalıoğlu’nun verdiği bilgiye göre Mevlevihane, Çoban Mustafa Paşa tarafından 1525 yılında inşa edilen külliyenin bir parçası ve külliyede tekkenin yanı sıra, imaret, camii, şadırvan, mektep ve kervansaray da bulunuyor. Mevlevihane ise Gazi Melek Mustafa Paşa tarafından 1572’de inşa edilir. Afyon ve Kütahya’da olduğu gibi külliyenin camiinde de sema yapılırmış ve bu haliyle cami-tekke örneklerinin en tipik olanı. İçinde “Yâ Hazret-i Mevlana” yazılı hat ve mihrap ve farklı yerlere yerleştirilmiş sikke ve Mevleviliğe dair remizler ile kendine has, oldukça özgün bir cami olduğunu özellikle belirtmek isterim

Beynamaz ile bey’-i namaz kimdir?

Beynamazın kim olduğunu bilmeyenimiz yok. Farsça olumsuzluk eki bî- ile namazdan oluşan bu kelime zamanla dilimizde beynamaza dönüşmüş. Anlamı bildiğiniz gibi “namazsız” yani “namaz kılmayan” demek. Üzerinde durmaya ve açıklamaya çalışmaya gerek yok, çünkü anlamını çok iyi bildiğiniz bir kelime. Bey’-i namaz ise Arapça satmak fiilinin kökü bey’ ile namaz kelimesinden oluşan bir tamlama ve “namazı satma” anlamına gelmekte. Bu kelime pek bilinmez çünkü ancak çok özel mahfillerde dile getirilir.

Peki namaz satmak ne demek? Kimler namazını satar? Kime satar? Nasıl satar? Bu yazıyı bu sorulara cevap verebilmek için yazdığım için yazının sonunda cevabı vermiş olacağımı ümit ediyorum.

Mescid-i Aksa Hz. Peygamber’in miracı esnasında ne durumdaydı?

Geçenlerde bir yerde gördükten veya dinledikten sonra aklıma takıldı. Mescid-i Aksa ve Kudüs, Hz. Peygamber döneminde Romalıların hakimiyeti altında idi ve Hristiyanlaşan Romalılar da mabedi yıkmış, yerini de çöplük ve mezbelelik haline getirmişti. Hatta Yahudilerin Kudüs’e girmesine bile izin vermiyorlardı. Bu durumda Hz. Peygamber Mescid-i Aksa ile ilgili bilgileri neye göre vermişti?

İlk olarak Hz. Peygamber’in Kudüs ile ilgili verdiği bilgilere baktım. Kuran-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in Kudüs’te gördüklerine dair veya Kudüs’e dair bir bilgi verilmez. İsra suresinin ilk ayetinde sadece Mescid-i Aksâ zikredilir. Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir.

Bilinmeyen hazinelerimizden: Beçin Kalesi ve Şehri

Bazı yerler var ki ne kadar anlatılırsa anlatılsın görülmedikçe kıymeti tam olarak bilinmiyor. Kıymetini ve önemini anlamak için illa görmek, yaşamak gerekiyor.

Aynı fakültede çalıştığımız Prof. Dr. Kadir Pektaş Hoca, kazı başkanlığını yürüttüğü Beçin’i ve önemini anlatır, biz de diğer kazı yerleri gibi toz-toprak içinde duvar kalıntıları olduğunu düşünürdüm. Geçen hafta bir münasebetle Milas’a gidince, buralara kadar gelmişken Kadir Pektaş’ın Beçin’ini de bir göreyim, dedim ve Kadir Hoca’yı aradım.

Şansıma hoca Milas’taydı ve bize Beçin’i gezdirdi. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Hoca bize az bile anlatıyormuş, meğer Beçin bir hazine imiş. Neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım. Yine de ikna olmaz iseniz lütfen siz de ziyaret edin.

Bir Orhan Gazi Dönemi Cami: Büyükesence Cumaaltı Cami

Orhan Gazi dönemi, Osmanlı Devleti için birçok bakımdan bir ilk olma özelliğini taşır. Osmanlılar için ilk medrese, ilk cami, ilk zaviye, ilk çarşı ve daha birçok şey Orhan Döneminde başlar. Bu açıdan Orhan dönemi kuruluş dönemi olarak kabul edilir.

Osmanlı Beyliğinin bugün Bursa, Kocaeli, Sakarya, Bilecik, Eskişehir arasındaki bölgede kurulduğunu ve bu bölgeden çevresine doğru genişlediğini biliyoruz. Bizanslardan fethettiği şehirlerin yanı sıra yeni az da olsa şehirler de kurarak büyüdü.

Maraş’tan bir haber gelmesin

İstemediği biriyle evlenmek zorunda kalan Meyrik adında bir kızın öyküsünün anlatıldığı ve üzülerek dinlediğimiz bu türküyü bilmeyeniniz, duymayanınız yoktur.

Pazarcıklı olan Meyrik zorla evlendirildikten sonra hasta olur ve tedavi için gittiği Maraş’tan ölüm haberi gelince Meyrik’in yakınları bir ağıt yakarlar:

Maraş’tan bir haber geldi
Dediler ki Meyrik öldü

Dün sabah, Maraş’tan keşke gelmeseydi diyeceğimiz, Türkiye tarihinin gördüğü en şiddetli depremlerden birinin haberi geldi.

Rami kışlasının mimarı kim?

Rami Kışlası, 13 Ocak Cuma günü görkemli bir törenle kütüphane ve kültür merkezi olarak açıldı. Televizyonlardan izlediğim kadarı ile aslına uygun olarak restore edilen kışla gençlerin ve öğrencilerin hizmetine sunuldu. Açılışla ilgili haberleri başka yerlerden ayrıntılı bir şekilde okuyabilirsiniz. Ben konunun bir başka tarafına dikkatinizi çekeceğim. Rami Kışlasının hangi padişah döneminde yapıldığını biliyoruz ancak mimarının kim olduğunu biliyor muyuz?

Bu sorunun cevabını Google’da ararken şu cümlelerle karşılaştım:

İstanbul’un Silüetine Damgasını Vuran Aile Balyan Ailesi Hayal edin. Akşam vakitleri. Boğazın ortasında vapurdasınız. Dört bir yana bakıyorsunuz. Parıldayan ışıklar, içinde camiler, saraylar, kışlalar, kuleler göreceksiniz. İşte o gördüklerinizin yarısını onlar yaptı. Onlar ünlü Balyan Ailesi.

Güzeli en güzel yapmak

Müsaade ederseniz, haddimi aşma pahasına, sanatı tarif etmek istiyorum: Sanat, haseni ahsen, yani güzeli en güzel yapmaktır.

Nasıl mı? Anlatayım efendim.

Hadisçilerin zayıf bulduğu bir hadis-i şerif var. “İnne ahsene'l-hasen el-huluku'l-hasen." Yani “Güzelin en güzeli, güzel ahlaktır.”

Ne kadar güzel söz değil mi? Bugünlerde güzel ahlâka ne de çok ihtiyacımız var. Bakın bu sözden biz neler üretmişiz, güzeli nasıl en güzel yapmışız?

Bu söz hattatların da dikkatini çekmiş ve bu sözden güzel yazılar çıkarmışlar. Önce bir hattat sadece hadisin metnini talik hatla güzelce yazmış.

Sülaymaniye’nin dibine bina dikmek

Birkaç günden beri sosyal medya bir tweet ile çalkalanıyor. Mimar Sinan’ın yaptırdığı Süleymaniye Camii’nin dibine İlim Yayma Vakfı’nın bina diktiği ve caminin önünü kapattığına dair fotoğraf ve yazılar, bu fotoğraf üzerinden İlim Yayma Vakfı’nı, hükümeti ve Müslümanları aşağılamalar, hakaretler, küçük görmeler ve burada zikredemeyeceğim bir sürü bühtanlar. Hatta hakaret ve laf çakma neredeyse yarışa döndü.

Birçoğunu tanıdığım adı sanı belli kişilerin de aynı iddiaları tekrar ederek bu milletin değerleri ile araları pek iyi olmayanların değirmenlerine su taşıdıklarını görünce de çok üzülüyorum. Süleymaniye’nin, Fatih’in etrafını derleyip toparlayan, depo veya imalathane olarak kullanılan eski medrese sofalarını, hücrelerini önce boşaltıp sonra restore eden ve yıkılmaktan kurtarırken bir teşekkürü esirgeyenler bugün ecdadın eserlerine saygı duyulmuyor diye yeri göğü inletiyor, söylemedik laf bırakmıyorlar.

Dolma Kalem bir kalemden çok daha fazlasıdır

Dolma kaleminiz var mı, varsa devamlı kullanır mısınız? Hiç dolma kaleminiz olmadıysa az sonra söyleyeceklerim size biraz tuhaf gelebilir. Kullanıyor iseniz söylemek istediklerimi çok iyi anlayacağınıza eminim.

Her şeyde önce şunu söylemeliyim. Dolma kalem sahibi olmak ve kullanmak sıradan insanların işi değil. Sıradan derken meslek olarak sıradanlığı kastetmiyorum, insan olarak sıradan beğenileri ve hobileri olmayı kastediyorum. Dolma kalem kullanan özel insanlar, kendilerine ve düşüncelerine saygıları olduğu için, yazacaklarını, sevdiği birine vereceği hediyeyi ambalajlar gibi, dolma kalemle güzelce yazarak ifade etmeye çalışır.

Dolma kalem sahibi olmak hem imtiyaz hem sorumluluktur. İmtiyazı, diğer insanlardan üstünlük ve öncelik sahibi olmak olarak anlamayın, farklı ve özel olmak olarak düşünün. Sorumluluğu ise size dolma kalem yükler. O, sizden kendisine özenle bakmanızı, ilgi göstermenizi, yanınızdan ayırmamanızı ister. Kısaca bu sorumluluk anlatıldığı kadar kolay değildir.

Taksim meydanının süsü: Taksim camii

93 Harbi'nden sonra Ruslar Taksim'e bir kilise yapmak isteyince II. Abdülhamid de bir cami yapmaya karar verir. O tarihlerde gündeme giren Taksim'e cami inşâ edilmesi hikâyesi nihâyet gerçekleşti. 1878'te inşâsına karar verilen cami ancak 143 yıl sonra 2021 yılında yapılabilen caminin yapılmasında emeği geçenlerden, ilk düşünenden, yapanlardan, yaptıranlardan, vesile olanlardan, gayret edenlerden, en ufak katkısı bulunanlardan Allah râzı olsun. Göçenlere rahmet eylesin, kalanlara selâmet versin.

İşin tarihi ve siyasi tarafı bir tarafta dursun, meseleye bir başka zaviyeden bakmaya çalışacağım. Tabi, o konular da önemli ama benim için daha önemli olan yapılan işin güzel olması ve hep yapıldığı yere hem de yapanlara yakışması.

Bizde son elli yılda inşâ edilen camilerin mimarisi için maalesef pek iç açıcı şeyler söylenilemez. Bir ma'bede yakışacak güzellikle camiler inşâ etmeyi beceremedik uzun süre. Evlerimiz gibi camileri de kötü inşa ettik. Son zamanlarda ise güzel evler inşâ edildiği gibi güzel camiler de inşâ edilmeye başlandı. Taksim Camii'ne bu açıdan baktığımızda ise gelecek nesillere miras bırakılacak âbidevî yapılardan biri olmaya namzet gibi.

Fethin ilk şehitleri: Duatepe ve Makam-ı Şühedâ

Bugün, İstanbul'un fethinin 568. yıl dönümü. Her ne kadar farkında olmasak da dünyanın en önemli olaylarından birinin yıl dönümü. Hem Batı hem de bizim için çok önemli bir tarih. Roma'nın, Türklerin eline geçmesinin Batı için ne anlam ifade ettiğini Avrupa tarihini çalışanlar çok iyi bilir. Osmanlıları cihan imparatorluğuna taşımasını ise tarihçilerimiz çok iyi bilir.

Bu kutlu fetih, birden olmadı. Uzun yıllar süren hazırlık aşaması oldu. Fethe giden yolların taşları teker teker döşendi, ilmik ilmik dokundu. Fetih için yapılan hazırlıklardan biri de bugün Boğaziçi Üniversitesi'nin bulunduğu tepede inşâ edilen tekkenin öncesinde yapılanlar idi.

Makam-ı Şuhedâ

Fatih'in otağını kurup namaz kıldığı ve fetih duası yaptığı söylenilen yerin adı Duatepe. Aklına İstanbul'u fethetmeyi koyan Fatih, Bizans hakkında bilgi toplamak üzere görünüşte tarım ve hayvancılık yapmak üzere bölgeyi kiralar ve Akşemseddin'in de arkadaşı olan Seyyid Mahmud Bedreddin ve ailesini yerleştirir. Fatih'in buraları kendine teslim edecek kadar güvendiği bu mübarek zât, Seyyid Mahmud Bedreddin, devrinde önemli biri olmalı.

İyi, doğru ve güzel düşünmek sıradan eylem değildir

İbrahim Kalın, geçtiğimiz günlerde, müsebbibi olmadığı gereksiz bir tartışma ile kamuoyunda yer aldı. Tartışmaya girmeden ve uzatmadan, kendine yakışan bir üslûp ve vakar içinde, sözünü bilgece söyledi ve çekildi.

Oysa İbrahim Kalın, gözümüz gibi sakınmamız gereken değerlerimizden. Cumhurbaşkanlığı sözcülüğü gibi önemli bir görevi üstlenen Kalın, dünyanın en zor coğrafyasında bulunan ve dört bir yanı sorunlu ülkelerle çevrili ülkemizin en çok çalışan bürokratlarından biri. Bir başka ülkenin bir sene boyunca karşılaştığı sorunların daha büyükleri ile bir hafta içinde karşılaşan güzel ülkemiz için canla başla çalışan bir devlet görevlisi. Üstlendiği ağır sorumluluğun stresini ve yoğun çalışmanın yorgunluğunu, fırsat buldukça sesi ve sazı ile atıyor.

Bürokrat, diplomat ve sanatçı kişiliğinin yanında akademisyen kimliğini de muhafaza eden İbrahim Kalın, ne ara ve nasıl yazdığını bilemediğimiz kitapları ile de bizi, kendine hayran bırakıyor.

Ramazan, sıradan bir ay değildir

Çok şükür, "Allah'ım bizi Ramazan'a kavuştur" diye ettiğimiz dualar kabul edildi ve her ne kadar coşku ile kutlayamayacaksak da Ramazan'a eriştik. Üftâde Hazretlerinin ifâdesiyle;

Âşıklara eydin salâ, oruç ayı geldi yine

Bâkî ile Nev’î arasında geçen bir tartışma

Şairler arasındaki tartışmaları takip etmek zevkli olur ve öteden beri okumayı birbirlerine yazdıkları şiirleri okumayı severim. Birini sizinle paylaşayım, bakalım bana hak verecek misiniz?

16. asrın önde gelen üç şairinden birinin, belki de birincisinin, Bâkî olduğu konusunda edebiyat tarihçileri hemfikirdir. -gerçi Hayâlî Bey için daha büyük şairdir diyenler de vardır- Bâkî'nin sınıf arkadaşları, kendi gibi ileride meşhur olacak Nev'î, Üsküplü Vâlihî, Edirneli Mecdî, Hoca Sâdeddin, Karamanlı Muhyiddin gibi âlim ve şairlerdir.

Mülâzımlar arası rekâbet

Bâkî'nin yaşadığı çağda, medresede mezunlarının mülâzemet adı verilen müderris ve kadı olmak için sıra bekleme düzeni vardı. Medrese sayısının artması ile mezun sayısı da çoğalınca birikmeler olur.

Keşke bu kadar kolay olsa idi

Bugün, herhangi bir ciddi araştırmacıya veya doktora öğrencisine "Türkiye'nin en iyi üç kütüphanesi hangisidir?" diye sorulsa sıralanacak üç kütüphaneden biri, belki de birincisi, TDV'na bağlı İSAM Kütüphanesi olur. Bu kütüphanenin Türkiye'nin en iyi üç kütüphanesi olmasında büyük payı olan muhterem hocam İsmail Erünsal (Prof. Dr.), son yıllarda ülkemizdeki üniversite kütüphanelerinin durumunu gördükçe üzülüyor ve bir üniversite kütüphanesinin nasıl olması gerektiğine dair fikirlerini her ortamda bıkmadan usanmadan dile getiriyor. Özellikle son eseri Yirmi İki Mürekkep Damlası'nda, "Kütüphane denen meçhul" başlıklı bölümde ayrıntılı ve anlaşılır bir şekilde konuyu özetliyor. Ama anlaşıldığı kadarı ile hocamın sesi kimi üniversite kampüslerinin kapısından içeri girip ilgililerin kulaklarına bir türlü ulaşamıyor.

Hocamın ısrarla üzerinde durduğu ve anlatmaya çalıştığı husus, Batı, bilgi çağını yaşarken bizim hâlâ tarım toplumları gibi hareket ediyor oluşumuz ve bunun neticesi gereksiz iş, zaman ve para kaybı.

Üniversite kütüphaneleri

Malum, içinde bulunduğumuz hafta, 57. Kütüphane Haftası olarak kutlanıyor. Ülkemizin, özellikle üniversitelerin temel meselelerinden biri olarak kütüphaneler, her ne kadar geleneksel, görsel ve sosyal medyada gündeme giremese de sorun olarak hâlâ ilk sıralarda yer alıyor.

Üniversitenin temelde dört görevinden bahsedilir. Bunlardan biri bilgi üretmek, diğeri de üretilen bilgilerin gelecek nesillere aktarılması için muhafaza etmektir. Geleneksel toplumlarda, bilginin muhafazası kütüphanelerle sağlanırken özellikle bilişim teknolojilerindeki gelişmeler ve üretilen bilginin artması ile birlikte kütüphanelerin işlevi ve bilgiyi muhafazasında birtakım değişiklikleri gerektirdi.

Bu değişim, kütüphanelerin bir sorununu çözerken yeni sorunları da beraberinde getirdi. Bilgi saklama alanları, fiziki ortamlardan sanal ortamlara taşındı.

Kayseri, Kays’tan gelmesin!

Bir dağ eteğindeki köyde veya kasabada doğup büyüyen veya yaşayan herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm, Muhit Kitap tarafından yayımlanan Benim Dağlarım'da Dursun Çiçek, başta Erciyes olmak üzere İç Anadolu bölgesini çevreleyen dağları, çiçekleri, yaylaları, insanları, efsaneleri, türbeleri ve özellikleriyle anlatır. Dağa tırmanmayı, orada gecelemeyi ve yürümeyi seven Dursun Çiçek, yolculuğunu hatıralarıyla, türkülerle ve efsanelerle süsleyerek bizimle paylaşıyor.

Dursun Çiçek'in kitabında sadece dağlar anlatılmıyor, dağlarla birlikte dağ gibi olanlar, dağlananlar da anlatılıyor. Dağ ile insan olmak arasında kurulan benzerliği bize apaçık şekilde gösteriyor.

Dursun Çiçek'in bir solukta okunan kitabının, Ali Dağı'nı anlattığı bölümde Evliya Çelebi'nin Cahiliye döneminin şairlerinden İmrü'l-Kays'ın mezarının burada olduğunu söyler ve ilâve eder:

İlk YÖK başkanımız kim?

Durun. Hemen, "İhsan Doğramacı" demeyin. Onu kastetmediğimi anlamış olmalısınız. İstanbul Üniversitesi, İTÜ, Marmara Üniversitesi ve daha çok sayıda kurumumuz, kuruluşunu çok daha eski dönemlere götürdüğü gibi ben de Yüksek Öğretim Kurumu'nun kuruluşunu eski tarihlere götürerek bu soruyu soruyorum. Madem ben sordum, cevabını da önce ben arayayım.

Osmanlılarda kurulan ilk medresenin İznik Medresesi olduğu ve kurucusunun da Dâvud-ı Kayserî olduğu bilinir. Ancak medreselerin kurumsallaşması ve yasasının çıkarılması, Fâtih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden sonra olur.

İstanbul'un fethine kadar Nizamiye medreselerini taklit eden Osmanlı medreseleri, ilk kez Fâtih Sultan Mehmed döneminde farklılaşmaya ve düzeni değiştirmeye başlar. Bu dönem, yükseköğretim ile ilgili ilk yasal düzenlemelerin yapıldığı ve değişimin görüldüğü dönem olur.

Nevâî’ye göre bir profesör neler yapmamalı?

Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Herat’ta doğup Herat’ta ölen Ali Şir Nevâî (1441-1501), Türk edebiyatının en büyük ve en önemli birkaç isminden biridir. Anadolu sahası Türk edebiyatının gelişmesindeki katkısı büyüktür. Çok uzaklarda olmasına rağmen, erken klasik dönem Osmanlı şairlerini etkilemiş, meclislerde okunan şiirleriyle genç şairlere örnek olmuş büyük bir şairdir.

Zengin ve asil bir ailenin çocuğu olan Nevâî, meclisleriyle meşhur Hüseyin Baykara’nın çocukluktan beri yakın arkadaşı ve dostudur. Nevâî sadece şiirde değil, hat, musîkî, kat’, tezhip gibi güzel sanatları da bilen değerli bir bilginimizdir.

Nevâî’nin bir diğer özelliği, Türkçenin Farsçadan geri kalır tarafı olmadığını göstermek için eserler kaleme almasıdır.

Bağışçının şartı kanun gibidir

Vakıflar, her dinde ve her toplumda kutsaldır ve değerlidir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı geleneği içinde toplumun ve devletin hayati kurumlarının başında vakıflar gelir. Çünkü günümüzde devlet ve belediyeler eliyle verilen hizmetlerin büyük bir kısmı vakıflar yoluyla karşılanırdı.

Bizde vakıf ve bağış geleneğinin güçlenmesinde, âyetlerin ve hadislerin, Allah yolunda harcama yapmayı, garip gurabaya, fakir fukaraya, muhtaç ve kimsesizlere yardım etmeyi, iyilik yapmayı, yardımlaşmayı, hayırlı ve faydalı işlerde yarışmayı öğütlemesinin de büyük rolü var.

Vakıf nedir?
Vakıf, “bir malın mâliki tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” olarak tarif edilir.

Şeyh Galip neden büyük şair?

Geçen sene vizyona giren Dilsiz filmi güzel bir şarkı ile sona ermişti. Şarkı dinleyicileri o kadar sarmıştı ki filmin bitiş jeneriği olmasına rağmen şarkı bitene kadar kimse dışarı çıkmamıştı. Aynı şarkının sözlerini Abdülhamit döneminin anlatıldığı dizide sultanın ağzından da dinlemiştik.

Dinleyicilerin büyük bir kısmının sözlerini anlamadığı halde hissederek dinlediği bu güzel şarkının sözleri Şeyh Galip’e ait bir murabba idi.

Sizin tarihiniz, kültürünüz ve kökünüz nedir?

Malumunuz, Ayasofya 10 Temmuz 2014 tarihi yayınlanan karar ile resmen müzeden camiye çevrildi. İki hafta içinde hazırlanarak 24 Temmuz Cuma günü kılınan Cuma namazı ile de fiilen de cami olmuş oldu.

Dünyada ve ülkemizde doğal olarak lehte ve aleyhte farklı şiddetlerde tepkiler oldu. Benzer şekilde ülkemizde de tepki gösterenler ve eleştirenler oldu. “Ülkenin onca derdi varken sırası mıydı şimdi?”, “Durduk yerde Batı ile niye kötü oluyoruz?”, “Günde şu kadar turist geziyordu, yılda şu kadar para geliyordu, milyonlarca gelirden olduk”, “İnsanlığın ortak malı, evrensel miras”, diye eleştirenler oldu.

Namaz günü ise “Niye şunu çağırmadınız?”, “Salgın var, böyle kalabalık toplanılır mı?”, “Bu ne biçim hutbe!” “Kılış da nereden çıktı?”, “İçeri neden vatandaş almadınız?” diyerek eleştirenler oldu.

Ayasofya’da sadece namaz kılınmazdı

Şükürler olsun, Ayasofya Camii ibadete açıldı. Üç imam ile beş muezzin atandı ve artık orası bir cami, müze değil.

Peki Ayasofya müze olmadan önce orada sadece namaz mı kılınırdı? İmam ve müezzinler dışında görevlileri var mıydı?
Hayır, sadece namaz kılınmazdı ve imam ve müezzinler dışında görevliler de vardı. Bildiğim kadarı ile anlatayım.

Ayasofya vaizliği
Osmanlılarda cami vaizliği büyük bir makam idi ve özellikle selatin camileri vaizleri ulemanın önde gelenleri arasından seçilirlerdi.

Ayasofya sıradan bir mabet değildir

Ayasofya’nın yıllar süren esaretinden kurtuluşuna şahit olduk. Allah’a binlerce kez hamd ü senalar olsun. İlk günlerin şaşkınlığı geçtikten sonra alınan kararla ilgili birçok tartışmaya şahit olacağımıza şüphe yok. Ben meselenin bir başka boyutuna dikkat çekmeye çalışacağım.

Meselenin birçok boyutu var şüphesiz. Dini olduğu kadar hukuki, iktisadi, uluslararası ilişkiler, tarih, sosyoloji, turizm taraflarından meseleye bakıp lehte ve aleyhte görüş ileri sürebilirsiniz. Ama ben Ayasofya’nın devlet için sembolik önemi üzerine bir şeyler söyleyeceğim. Yazmadan önce bu yazıda söylenilmek istenen düşüncelerin derli toplu ifade edildiği Bünyamin Bezci’nin Kriter dergisinde yayınlanan yazısını okumanızı tavsiye ediyorum.

Bezci söz konusu yazısında benim meseleyi şu cümleler ile çok güzel özetliyor.

Teselya'daki (Yunanistan) Camiler

29 Mayıs’tan bu yana ülkenin gündemini Ayasofya ile ilgili tartışmalar meşgul ediyor.

Tartışmalarda Yunanistan’daki camiler de geçince geçen sene bir proje kapsamında gezdiğim Yunanistan’da gördüğüm camiler hakkında bilgi vermek istedim.

Bu sefer sadece Teselya bölgesinde kalan camilerden bahsedeceğim. Teselya dediğimiz yer Orta Yunanistan. Yanya’dan Larissa’ya bir çizgi çizin. Yukarıda da Selanik’ten 20-30 km aşağısına kadar olan bölgeden bahsediyorum.
Bana göre Yunanistan’ın en güzel bölgesi, dağları, ovaları, denizleri ile bir doğa harikası olan bölgesi.

Unutulan bir Muharrem adeti: Hadîkatü's-Suedâ okumak

Malum Muharrem ayına girdik, aynı zamanda yeni bir hicri yıla. Peygamber efendimizin gözünün nuru ve çok sevdiği torunu Hz. Hüseyin'in, Muaviye'nin oğlu Yezîd'in emriyle Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından 10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) Kerbelâ'da şehid edildi. Bu tarihten itibaren Müslümanlar, özellikle Şii dünyası bu olayı her yıl hatırlayarak acısını tazeledi. Türkler de Şiiler kadar abartılı olmasa da Muharrem gelince özellikle tekkelerde Hz. Hüseyin'in şehadetini anlatan ilahilerle Kerbala'yı anmayı adet haline getirdiler.

Batı'ya doğru yürüyen Aslan'ın Anadolu'daki ilk fethi: Ani

Ağustos zaferler ayı. Neredeyse büyük bir zaferin yıldönümü olmayan günü yok. Son birkaç yıldan beri de 26 Ağustos günü bize Anadolu'nun kapılarını ardına kadar açan Ahlat ve Malazgirt Anadolu'nu Fethi 1071 Anma Günü'nü kutluyoruz.

Bu arada Cumhurbaşkanlığı himayelerinde gerçekleşen kutlamalardan bahsederken bölgeyi ve önemini çok iyi bilen ve bizlere öğreten merhum Haluk Dursun Hoca'mızı minnet ile bir kez daha yad edelim.

Camilerimiz

Zaman zaman farklı ülkelere seyahat ediyoruz. Fırsat buldukça da tarihi yerleri geziyoruz. En çok merak ettiğim yerler ise ibadethaneler oluyor.

İbadethaneler her din ve kültürde çok önemli. Özellikle yöneticiler tarafından yaptırılanlar daha görkemli oluyor ve şehrin veya kasabanın büyüklüğü ölçüsüne göre değişmekle birlikte bulunduğu mahallin en gösterişli birkaç mimari eserinden biri oluyor.

Kütüphane Medeniyeti

Osmanlılar için birçok şey söylenebilir ve söyleniyor. Osmanlı’nın bir kütüphane medeniyeti olduğunu, sadece memleketin her bir köşesinde amacına ve hedef kitlesine göre inşa edilmiş birbirinden güzel ve şirin kütüphane binaları ve o binaları dolduran her biri bir başka ustalık gerektiren baktıkça bakmaya doyulamayan ve dokunmaya kıyılamayan hat, tezhip, ebru ve cilt gibi kitap sanatları ile bezeli kitaplardan hareketle Osmanlı medeniyeti anlatılabilir dersem sanırım yanlış bir şey söylemiş olmam.

Geçen hafta açılışı yapılan hepimizi sevindiren ve gururlandıran Cumhurbaşkanlığı Külliyesi Millet Kütüphanesi bana unutmaya yüz tuttuğumuz kitapları ve kütüphaneleri yeniden hatırlattı ve heyecanlandırdı. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Ne kalpsiz olur ne yüreksiz

Bir arkadaşımın sosyal medya sayfasında gördüğüm bir paylaşımı izninizle ben de burada paylaşayım:

Neden Neden Neden

Neden "kalp" yürek sözü varken?

Neden "nefes, nefes almak" soluk, soluk almak sözleri varken?

Neden "dost" arkadaş sözü varken?

Neden "fazla" çok ile aşırı sözleri varken?

Neden "his" duygu sözü varken?

Neden "sebep, bu sebeple" neden, bu nedenle sözleri varken?

Neden "fakir" yoksul sözü varken

Neden "zengin" varsıl sözü varken?

Neden "adam" kişi sözü varken?

Neden "istasyon" durak sözü varken?

Bu "neden?"lerin sayısı binlercedir, binlerce sözün Türkçeleri varken, biz sürekli olarak Türkçe sözleri bir yana iterek onların yabancı olanlarını kullanıyoruz!

Arkadaşımızın soruduğu sorulardan sadece ilkine cevap vereceğim, ama arkadaşımız gibi soru sorarak cevap vereceğim?

Devamını okumak için tıklayınız.

Neden biz St Petersburg gibi bir şehir kuramayız?

Üç önceki yazımda bu soruyu sormuş ve cevabını aramaya başlamıştım. Bu yazının ardından önce Müslümanların sonra da Türklerin şehirlerini ve kuruluşlarını anlatmaya çalıştım. Bu yazıda da ilk yazıda sorduğumuz sorunun cevabını vermeye çalışacağım.

İşe önce St Petersburg’un kuruluşu ile başlayalım. Rusya’nın ikinci, Avrupa’nın dördüncü büyük şehri olan St Petersburg, bizim Deli Petro, Rusların Büyük Petro dedikleri Çar 1. Petro tarafından 16 Mayıs 1703’te Baltık Denizinin kıyısındaki Neva Nehri üzerinde 42 adacık üzerinde kurulmuş. Şehir Venedik ve Roma’ya benzetilmeye çalışılmış. Venedik’e benzetmek için binalar arasında kanallar açılmış, Roma’ya benzetmek için de girişleri Roma’dakilere benzeyen sütunlu ve üçgen alınlı büyük abidevi binalar inşa edilmiş.

Devamını okumak için tıklayınız.

Türkler şehirlerini nerelere ve nasıl kurarlardı?

Müslümanlar St Petersburg gibi bir şehir kurarlar mı, sorusunu sormuştuk ve cevabını aramaya devam ediyoruz. Geçen yazıda sorunun cevabının ilk aşamasını Müslümanların kurduğu ilk şehir üzerinden vermeye çalıştık. Bu sefer de Türklerden ve kurdukları şehirlerden bahsederek sorunun cevabını aramaya devam edeceğiz. Ama önce Türkler derken Asya’da kurulanlar ile Selçuklu ve Osmanlıları kastettiğimi söyleyeyim de söyleyeceklerim daha iyi anlaşılsın.

Türkler, İslam’dan önce de şehirler kurmuştu ve müslüman olduktan sonra da mescidi merkeze alan şehir yapısını olduğu gibi alıp fıtratlarına uygun yaşayacakları coğrafi ortamlarda bir takım özellikler ilave ederek geliştirdiler. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Müslümanların kurduğu ilk şehir: Medine

Geçen yazıda Alev Alatlı’nın kitabında bir alıntı yapmış ve sonra bir soru sormuştuk. Müslümanlar St Petersburg gibi bir şehir inşa edebilirler mi? Daha sonra bu sorunun cevabını aramaya başlamıştık.

Şehrin ne olduğu, Farabi’nin şehirler hakkındaki görüşlerini, Batılıların İslam şehirleri hakkında ne düşündüklerini özetlemiş ve bir sonraki yazıda Medine’nin kuruluşu ile devam edeceğimizi söylemiştik.

Söylediğimiz gibi yapalım.

Devamını okumak için tıklayınız.

Müslümanlar St Petersburg gibi şehir inşa edebilir mi idi?

Bir önceki yazımda Alev Alatlı’nın son çıkan kitaplarını tanıtırken ondan kısa bir alıntı yapmıştım.

Bu yaşıma kadar heybetli bir saray, bir katedral, bir piramit, bir kolezyum, bir bulvar, şıkır şıkır bir şehir görmedim ki temelinde sömürü, cinayet, fuhuş, uyuşturucu, kara para yatmasın. Ne Londra ne Paris ne Roma ne New York ne de St Petersburg (Hele de St Petersburg) görkemli bir metropol olsun da insan kemikleri üzerine yükselmesin. Evsizlerin sığınıp titreştikleri karanlık köşeleri, şiddetin kol gezdiği arka sokakları bulunmasın.

Kitapta okuduğumda Alev Alatlı ile benzer şeyleri düşündüğüm için sevindiğimi söylemiştim. Devamını okumak için tıklayınız.

Kuzey Yunanistan'ın incisi: Selanik

Türkler arasında Selanik ismini duyup da heyecanlanmayan var mıdır acaba? Jön Türk hareketinin beşiği, İttihad ve Terakki’nin kurulduğu, Gazi Mustafa Kemal’in doğduğu, Türklerin “İstanbul’un bir parçası”, Yahudilerin “şehirlerin anası” dedikleri Kuzey Yunanistan’ın en önemli şehri. Osmanlılar döneminde çok dilli ve çok kültürlü kozmopolit bir şehir iken günümüzde bu özelliğinden eser kalmayan bu güzel şehirden 1912 yılında çekildik. Bizim ardımızdan iki dünya savaşı iki deprem geçiren şehir bayağı değişmiş.

Selanik 1387 baharında Çandarlı Hayrettin Paşa ve Gazi Evrenos Bey tarafından fethedildi. Her yerde olduğu gibi Selanik’te de Türkler Rumlara çok iyi davrandı ancak Ankara Savaşı’ndan sonra Bizans’a geçen Selanik, tekrar Türk hakimiyetine geçmek için 1430 yılını bekleyecekti. Bizans’ın Venediklilere sattığı şehri zorlu bir muhasaradan sonra alan II. Murad Venediklilerden kaçan Rumları geri çağırdı, mallarını iade etti ve yüzyıllarca sürecek Türk barışı şehre hakim oldu. Hatta papazların Türklere gizli geçitleri göstererek şehrin alınmasında yardımcı olduğu ve bu yüzden manastıra imtiyazlar verildiği rivayet edilir. İspanya’dan kaçan Yahudilerin bir bölümü de Selanik’e yerleştirilince şehrin ticaretinin yanı sıra ilim ve kültür faaliyetlerini geliştirdiler ve Osmanlı coğrafyasında ilk matbaayı burada kurdular. Sebatay Sevi’nin de burada yetiştiğini hatırlatmama gerek var mı?

Sinan Bey'in şehri: Karaferye

 

Rivayete göre şehir ismini fatihlerinden almış. Gazi Evrenos Bey tarafından 1373’te fethedilen şehrin yönetimi ve korunması Karaferye Gazi’ye verildiğinden ismi ile anılır olmuş derler ama bana makul gelen diğer rivayet. Şehrin Yunanca adı Veria, eski Makedon krallarından Veres’in kızının ismine nispetle konulmuş. Kara sıfatı ise şehrin üç tarafını kuşatan kara ormanlardan gelirmiş. Ayrıca Türklerde renk isimlerinin aynı zamanda yön bildiren birer sıfat olduğunu düşününce ismin Rumca ismin önüne onu niteleyen bir ek ile oluştuğunu söyleyebiliriz. Karaveria’yı Türkler Karaferye olarak Türkçeleştirmişler.

Bir devre adını veren çiçek: Lâle

Bugün, kime sorsanız hakkında bir şeyler söyleyeceği bir dönemin adıdır Lâle Devri. Ve devrin padişahı III. Ahmed’i unutturacak kadar meşhurdur; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa. Kitaplarda hep olumsuz olarak anlatılan bu devir sadece ismini değil, ömrünü de lâleden almış olmalı ki on iki yıl gibi (1718-1730) kısa bir süre devam etmiştir.

Lâle Devri gerçekten anlatıldığı gibi çok mu başarısız ve kötü idi? Bu soruya tarihçiler cevap versinler ama benim bildiğim bir şey var. Tarihte hiçbir devir veya kişi mutlak iyi veya kötü değildir. İyi tarafları da vardır, kötü tarafları da.

Devamını okumak için tıklayınız.

Maraş açılıyor, sıra Lefkoşa’da

Birkaç hafta önce gazetelerde yer alan bir habere göre KKTC hükümeti yıllardır kapalı olan "Maraş'ı açma kararı aldı. 15 Ağustos 1974’den beri kapalı tutulan Maraş’ın açılacağına dair haberler ülkede ve dünyada heyecan yaratmadı değil. Etkisini, sonuçlarını, nedenlerini siyasetbilimciler ile uluslararası ilişkiciler tartışadursun, benim derdim başka.

Açılacağı söylenen Kapalı Maraş bölgesine Hayalet Şehir de diyorlar. Hayalet denmesinin nedeni orada hiç kimsenin yaşamaması. Terk edilmiş evleri ve iş yerleri, boşaltılmış binaları ve hâlâ sallanan veya duran renkleri solmuş tabelalarıyla filmlerde gördüğümüz hayalet bir kenti andırıyor adeta. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Semerkand: Yeryüzünün süsü

Semerkant ismini duymayanımız yoktur ama görmeyenimiz çoktur. Geçen haftaya kadar ben de görmemiştim.

İslam coğrafyacılarına ve seyyahların yazdıklarına göre akarsuları, yemyeşil bitki örtüsü ve tertemiz havasıyla sıhhatli bir yaşama son derece müsait cennete benzeyen bir şehirmiş eskiden. Şair;

Ortaçağın Gökdelenleri: Katedraller

Birkaç günden beri dünya 'teki Notre-Dame Katedrali'ni konuşuyor. Çatısında çıkan  binanın üst kısmını ortadan kaldırdı. Çok şükür ki yangın iç kısımlara sıçramadan kontrol altına alınabildi ve artık kaç yıl süreceğini bilemediğimiz bir tamir ve tadilat sürecine girecek.

Murat Bardakçı yazınca öğrendik: Meğer 'in  hayâli "Notre-Dame'ın kulelerine sancak dikmek"miş. Otranto seferinden dolayı 'yı duyar, bilirdik ama 'i ilk defa duymuş olduk.

Fatih'in, kulelerine sancak dikmek istediği Notre-Dame Katedrali hakkındaki bilgileri kısa bir sorgulama ile internetten öğrenebilirsiniz. Merak edip de birçok örneğini gezdiğim katedraller hakkındaki izlenimlerimi anladığım ve gördüğüm kadarı ile anlatayım:

Devamını okumak için tıklayınız.

Erdem vergisi

"Akıllı olmak yetmez, erdemli olmak da lâzım" başlıklı yazımın ardından okurlardan gelen birkaç e-posta, erdemden ne anladığımı, erdemli insan ile neyi kastettiğimi açıklamam gerektiğini düşünmeye sevk etti beni. Açıklamadan önce kısa bir açıklama daha yapayım; başlık, bir arkadaşımla "erdemli şehrin insanları" üzerine konuşurken zikrettiği "erdem vergisi" deyişinden ilhamla orada duruyor. Kavram hoşuma gitti. Yazacaklarımı bu kadar az sözle bu kadar öz ve güzel ifade edecek başka bir tamlama bulamazdım. Baş tacı yapıp kendisinin de izniyle başlık olarak kullanıyorum.

Devamını okumak için tıklayınız.

Akıllı olmak yetmez, erdemli olmak da lazım

Malum, seçimlere az bir süre kaldı ve adaylar şehirlerle ilgili düşüncelerini kamuoyu ile paylaşıyorlar. Genellikle sorunlar üzerinden giden tartışmalarda şehre rengini veren ruhu pek konuşmuyoruz. Oysa günümüzde şehircilik anlayışı hızla değişiyor. Yeni şehirlerde daha önce görmediğimiz ve bilmediğimiz meslekler ve sektörler ortaya çıkmaya başladı, bildiklerimizin bir kısmı da usüllerini değiştirir oldular.

Dünyada akıllı şehirler gündemde ve harıl harıl üzerinde çalışılıyor. İdeal şehirlerin nasıl olması gerektiğini yazan Eflatun'un, Devlet'i, Thomas Moore'un Ütopya'sı, Compenalla'nın, Güneş Ülkesi ve Farabi'nin Medinetü'l-Fazıla'sı devrini tamamladı mı acaba? Bu kitaplara ihtiyacımız kalmadı mı? Bu sorunun cevabını yazının sonuna saklayalım ve geleceğin şehirlerine devam edelim.

Devamını okumak için tıklayınız.

Taşlarla örülen şehir: Mağusa

Mağusa dünyada benzeri nadir görülen şehirlerdendir desem yanlış bir şey söylemiş olmam. Çünkü adeta bir açık hava müzesi. Başınızı kaldırıp baktığınız her yerde ortaçağlardan gelip size selam veren bir eser görebilirsiniz. Sadece Ortaçağ değil elbet görecekleriniz. Bir sokakta hem Bizans, hem Latin, hem Osmanlı tarihini görebilirsiniz. Biraz tarih ve sanat tarihine merakınız varsa sokaklarda saatlerce vakit geçirebilirsiniz.

Size ne zaman kurulduğunu ve günümüze kadar nasıl geldiğini anlatmayacağım. O zaten kaynaklarda ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Size şehirde gördüklerimden bahsedeceğim.

Yakın dönem tarihine ışık tutan bir kitap: Yozgatlı İhsan Efendi

Yıllarca çok önemli görevlerde bulunduğu ve çok başarılı yayınlara imza attığı halde sadece ilgili kimseler tarafından bilinirken Cumhurbaşkanı adayı olunca tüm Türkiye’nin tanıdığı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kırk yılı aşkın bir süreden beri babası İhsan Efendi hakkında topladığı bilgileri derleyerek kitaplaştırdı ve geçtiğimiz günlerde yayınlandı.

Kitap sadece İhsan Efendi’nin hayatını değil, Osmanlının son dönemini, bir Osmanlı alimini, yurtdışında yaşayan bir Türkün hayatını, Osmanlılığın ne demek olduğunu bu kitapta somut olarak görüyoruz.

Kitabı elime alınca bitirmeden bırakamadım. Özellikle meraklıları heyacanlandıracak bilgilerin ve anekdotların yer aldığı kitap birçok konuda bilinenleri tashih edecek, merak edilen konulara açıklık getirecek ve yeni tartışmalara yol açacak bilgilerin yanı sıra Osmanlıların son dönemleri, Cumhuriyet’in ilk yılları Türkiye’si hakkında bilgi bulabileceğimiz, dönemin bir taşra şehri, o şehrin ileri gelen bir ailesi, eğitimi, Mısır ve Ezher, Ezher’e giden Türk öğrenciler ve bugüne kadar hakkında yazılmayan bir şeyin kalmadığı Mehmet Akif hakkında bilgi veren eşsiz bir kaynak. Yalnız sıradan bir okurdan daha fazlasını istiyor ve bekliyor kitap. Eğer satır aralarını okuma beceriniz varsa yazılanlardan daha fazlasını da kitaptan öğrenebilirsiniz.

Âşık Çelebi’nin (ö. 1572) Meşâirü’ş-Şuârâ’sında Kurmacanın Yeri ve İşlevi

Aşık Çelebi’nin Meşâşirü’ş-Şuarâ’sında Kurmacanın Yeri ve İşlevi¨ VIII. Milletlerarası Türkoloji Kongresi 30 Eylül-04 Ekim 2013 İstanbul, Bildiri Kitabı III, ed. Mustafa Özkan vd, İstanbul: İstanbul Üniversitesi, 2014, s. 209-224.

Âşık Çelebi’nin (ö. 1572) Meşâirü’ş-Şuârâ’sında Kurmacanın Yeri ve İşlevi

Tezkireler biyografik eserlerdir. Biyografisi verilen kimseler ise şairlerdir. Anadolu sahasında Sehî Bey (ö. 1548) ile başlayan tezkire geleneği asırlar boyunca sürmüş, her asırda bir önceki asra göre daha fazla eser verilmiştir. Tezkirelerin özelliği şairlerin biyografilerini şiirlerinden seçtikleri örnekle vermeleridir. Şairin büyüklüğü ve tezkirecinin şaire olan bakış açısına göre şairler hakkındaki ifadeler değişmekle birlikte dikkatlice incelendiğinde tezkirecilerin sözlerinde edebi bir endişe taşıdıkları görülür.

Bu endişeyi tezkerelerde iki şekilde görürüz. Birincisi şairleri ve şiirleri anlatırken benzetmeler yapmaları, şairle ilgili bir takım hususları çağrıştıran kelimeler kullanmaya özen göstermeleri ve metindeki ahenk unsurları ile söz sanatlarıdır. İkincisi ise metni oluştururken adeta basit bir biyografik bilginin ötesine çıkarak yarı kurmaca bir metin kurmalarıdır. Bu bildiride tezkirelerin edebi metin olarak taşıdığı özellikleri Âşık Çelebi’nin meşhur tezkiresinde yer alan Figânî maddesi üzerinde göstermeye çalışılacaktır.

Yazılarım

ismailgulec.net