Edebiyata Dair Yazılar

Müjde mü’minler size ihsân-ı Rahmândır gelen

Allah’ımıza şükürler olsun, yine bir ramazana kavuştuk. Ramazan tüm ihtişamı ve ihsanlarıyla geliyor. Ramazanın gelişini türlü şekillerde kutluyoruz, sevincimizi farklı biçimlerde paylaşıyoruz.

Ramazanın gelişini anlatan ve niçin sevinmemiz gerektiğini açıklayan şiirler de bu bu biçimlerden biri. Aralarında Derviş Yunus, Üftâde, Aziz Mahmut Hüdâyî, Abdülehad Nurî, İsmail Hakkı Bursevî, Şeyh Ahmed Suzî, Ahmet Remzî Dede ve isimlerini sayamadığım mutasavvıf şairin ramazanı tebşîr eden şiirleri var. Bu ilahilerin büyük bir kısmı da bestelenmiş ve ramazan ilahileri olarak asırlardan beri icra edilmekte ve edilmeye de devam edecek.

Ramazaniye hakkında bir kanaat oluşması için Ahmet Remzi Dede’nin şiirini açıklamaya çalışalım. Ama öncesinde kısaca Dede’yi tanıtalım.

Gönül fırınında ateş yakmak

Edirne’nin manevi mimarlarından ve muhafızlarından Halvetî-Gülşenî meşayihinden Hasan Sezâî Efendi’nin (1669-1738) Bursalı Mehmet Tahir Efendi’nin nakline göre Niyazî-i Mısrî tarafından verilen mahlası Sezâî ile yazdığı şiirlerinden oluşan bir divanı var. Bu divanda ilk okunduğunda mersiye olduğu anlaşılmayan kızının vefatından sonra yazdığı rivayet edilen;

Tennûr-i dile od yakup âh-ı şererimden
Bir özge kebâb mâ-hazar etdim ciğerimden

beytiyle başlayan çok müessir bir gazeli var. Bu gazelin Ener Ergür’den dinlediğim güzel bir hikayesi var. O hikayeyi dinleyince gazeli daha iyi anlıyor, bir babanın yitirdiği kızının ardından nasıl sessizce feryad ederek ağladığını daha iyi görüyor ve anlıyoruz.

Cemal Süreya'ya göre ders kitaplarında olması gereken metinler

Bir ders kitabında hangi metinler olmalı? Uzun zamandan kendime sorduğum bir soru bu. Okuduğum metinlere bu gözle de bakarım. Ders kitaplarında olması gerekir mi? Olması gerekirse kaçıncı sınıfta olmalı? Bu soruya Cemal Süreya’nın, “Yunus ki süt dişleriydi Türkçenin” dizesiyle başlayan şiiri de cevap veriyor.

Cemal Süreya bu şiirinde birçok şairden bahseder. Cemal Süreya’nın sıraladığı isimlerin hiçbirinin ders kitaplarında olmasına itiraz etmem. Etmediğim gibi büyük bir kısmının olmasını da isterim. Şiir uzun olduğu için tamamını aktaramayacağım ama Cemal Süreya’nın isimlerini zikrettiği şairleri sıraladığımda sizin de bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

Fuzuli roman mı yazdı?

Yazılarını ve kitaplarını beğenerek okuduğum Necmettin Turinay üstadımızın Fuzuli’den Şeyh Galib’e Aşkın Uzun Hikayesi Klasik Edebiyatımızda Hikâye, Mesnevi, Roman başlıklı bir kitabı yayınlandı. Kitap çıkar çıkmaz alıp okudum. Okurken aldığım notların bazılarını sizinle paylaşmak isterim.

Cemil Meriç ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bizde roman olmadığına dair görüşlerinin doğru olmadığını düşünen Sayın Turinay, kitabında bu görüşü çürütmeye ve bizde de romanın olduğunu göstermeye çalışmış.

Mevlana’da yıkılan ev beden, Âkif’te ise devlet

Mehmet Akif’in Divan-ı Kebir’den nazmen tercüme ettiği hikâyeyi okuyunca “Keşke Âkif’imiz Mesnevî’nin ve Divan-ı Kebîr’in tamamını nazmen tercüme etseydi de edebiyatımız iki büyük şaheser daha kazanmış olsaydı.” diye içimden geçirmiştim.

Niye böyle düşündüğümü bir örnek üzerinden göstereyim. Önce Divan-ı Kebir’den hikâyeyi aktarayım:

Yıkılan beden evinin hikayesi

Metin Divan-ı Kebir’in 3. Cildinde yer alıyor ve Yıkılan beden evinin hikayesi başlığını taşıyor:

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahar olur

Bu sene de sonbahar geldi ve geçiyor. Yavaş yavaş biz de ömrümüzün son baharına yaklaşıyoruz. Öğrencilik yıllarımdan kaç kez okuduğumu bilmediğim Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz’de yer alan.

Fânî ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.

Beytiyle başlayan Sonbahar şiiri beni hiç bu seneki kadar derinden etkilememişti. Eski Şiirin Rüzgarıyla kitabında Hazan isimli bir gazeli daha var şairin. Ancak orada şair, sonbaharı uzaktan izleyerek anlatır. Kendi Gök Kubbemiz’deki şiirinde ise bu defa sonbahar şairin içindedir ve âdeta sonbahar şairi anlatır.

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Bugün 21 Eylül, yani sonbaharın nevruzu mihrican günü. 21 Mart yazın başlangıcı iken 21 Eylül de kışın başlangıcı kabul edilirdi.

İslam Ansiklopedisi’indeki Mihrican maddesinde verilen bilgilere göre mihrican İran güneş takviminin yedinci ayı olan Mihr’in 16. günü başlayıp 21’ine kadar devam eden süreye verilen isim. Malumunuz, İlkbahar ekinoksu (21 Mart) ve sonbahar ekinoksu (21 Eylül) olmak üzere senede iki defa geceyle gündüz eşit olur. Nevruz ilkbahar bayramı iken mihrican da sonbahar bayramıdır. Tarih boyunca toplumlar bu iki günü ya ayrı ayrı ya da ikisini de bayram olarak kutlarlar. Perslere has sonbahar bayramı Helenistik dönemde Batı’ya geçer ve Romalılar tarafından da kendi tanrılarına uyarlanarak kutlanmaya başlanır. Roma’nın Hristiyan olması ile de Hz. İsa’nın doğum günü bayramı olarak 25 Aralık’ta kutlanmaya başlar.

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Bir türkü bir biyografi

Elazığ türkülerini severek ve dikkatle dinlerim. Farklı bir sesi ve dinlerken beni içine çeken sözlerinin sözlerinin de bir ağırlığı var. “Akif Bey’iin Ağıdı” olarak da bilinen,

Hüseynik’ten çıktım şeher yoluna
Can ağrısı tesir etti koluma

Yaradanım merhamet et kuluna

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana cevri ne

Bendiyle başlayan Harput türküsü de böyle türkülerden. Türküyü ilk dinlediğimde Akif Bey’e üzülmüştüm. Kim bilir başından neler geçti, diye de düşünmüştüm. Çünkü bu türkü gibi ağıtların ortaya çıkmasında mutlaka acıklı bir hikaye vardır.

Ayna ayna söyle bana, var mı benden güzeli dünyada?

Bu cümlenin geçtiği masalı bilmeyenimiz yoktur. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalında kraliçenin her sabah sihirli aynasının karşısına geçip sorduğu sorudur bu. Masalda, dünyanın en güzel kadını olmak isteyen kraliçe, aynanın Pamuk Prenses’in kendisinden daha güzel olduğunu söylemesi üzerine aynı zamanda üvey kızı olan Pamuk Prenses’i öldürmek için çevirdiği dolaplar anlatılır.

Size şöyle bir soru sorsam ne cevap verirsiniz.

Bizim masallarda aynanın karşısına geçip dünyada kendisinden daha güzel biri olup olmadığını soran padişah hanımı var mıdır? Hiç duydunuz mu?

Bayram gelmiş neyime

Ben bizim türkülerimi roman ve hikâye gibi görürüm. Her türkü bir insanlık halini anlatır bize, insan olduğumuzu hatırlatır. Türküleri severek ve anlayarak dinleyenlerin, dinlerken türkünün içinde kaybolanların kötülük yapamamasının nedeni de budur. Türküleri iyi insanlar dinler ve iyi türküler bizi insanlaştırır.

Malum, yine bir bayrama eriştik hamdolsun. Aileler bir araya gelecek, uzun zamandan beri birbirini görmeyenler kavuşacak, sevinilecek. Küsler barışacak, yetimler sevindirilecek, fukara mutlu edilecek, hastalar ziyaret edilecek kısaca hep birlikte hayatın her anımızı meşgul eden karmaşasından kısa bir süreliğine ayrılacağız, kendimize döneceğiz. Tabi bayram herkese aynı şekilde gelmiyor ve hemen mutluluk vermiyor. İçimizde bu bayrama ilk defa yalnız girecek olanlar, sevdiğinden uzakta olanlar, kimse tarafından hatırlanmayanlar, kapısı açılmayanlar, muradı hasıl olmayanlar da var. Bayram onlara da geliyor ama diğerlerinden farklı bir şekilde geliyor. Bayram birilerinin mutluluğunu ve saadetini artırırken gariplerin ve kimsesizlerin, hastaların, dertlilerin, sevdiğinden uzakta olanların hüznünü ve derdini artırıyor.

Yârimi el alırsa haram mı olur harem mi?

Benim ve benden önceki nesiller ile sonraki birkaç kuşağın ilk dizesini duyar duymaz devamını hemen terennüm edebileceği güzel bir şiir var:

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.

Faruk Nafiz Çamlıbel’in memleket edebiyatının muhteşem örneklerinden biri olan Han Duvarları isimli bu şiirin içinde 6+5=11’li hece ölçüsüyle yazılan ve üç dörtlükten oluşan çok dokunaklı bir koşma yer alır.

Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben

Eczâ-yı cihân cümle birbirine muhtâç

Başlık Basîrî’nin bir beytinden. Beytin tamamı şöyle:

Zen merde civân pîre, keman tîrine muhtâç
Eczâ-yı cihân cümle birbirine muhtâç

Rahmetli annem ise bu beyti bana farklı bir şekilde söylerdi: Oğlum, unutma, altın kapılının ağaç kapılıya işi düşer.

Yani, altın kapılı olan yani evinin kapısı altından olacak kadar zenginler, gün gelir ağaç kapılı, yani sıradan ve ucuz kapılı evde oturan fakirlere muhtaç olur. O yüzden böbürlenme, sahip olduklarınla kibirlenme. Konuyu nereye getireceğimi anlamışsınızdır. Seçimlerden sonra depremzedelere söylenen sözler üzerine çok konuşuldu, yazıldı. Ben işin siyasi tarafında değilim. Ben işin başka bir yönüne dikkatinizi çekeceğim. Depremzedelere söylenen sözlerde dikkatimi çeken iki şey oldu. İlki söyleyenlerin kendilerini çok bilgili ve varlıklı olduklarını düşünmeleri. İkincisi de sanki başlarına deprem gibi bir felaket gelmeyeceğine dair olan kesin inançları.

Gülbankı âsumânı tutan pir kim?

İstanbul’un fethine dair şarkılar içinde severek dinlediklerimin başında güftesi Yahya Kemal’e, bestesi Münir Nureddin’e ait;

Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına
Gülbangı âsmânı tutan pîr aşkına

Beytiyle başlayan gazel gelir. Bunda kuşkusuz İstanbul, Yahya Kemal ve Münir Nureddin’in bir arada olmasının da etkisi var. Şehirlerin en güzeli, şairlerin en büyüğü ve musikişinasların dehası bir araya gelir de kötü bir şey çıkar mı? Şiirlerinin bestelenmesinden pek hazzetmeyen Yahya Kemâl’in şiirlerini sadece Münir Nureddin’in bestelemesine izin vermesi ve onun bestelerini gözyaşı içinde dinlemesi boşuna olmasa gerek.

Adım Tatar, yurdum Kırım, bu nasıl zulüm

Bugün 18 Mayıs 2023. Dört yüz bin Kırım Türkünün Stalin tarafından yurtlarından zalimce alınıp Sibirya’nın güneyine, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan’a sürgün edilmelerinin 79. Yıl dönümü.

Stalin, II. Dünya Savaşı’nın ardından 18 Mayıs 1944’te Kırım’daki 420 bin Kırım Tatarını bir gece yarısında evlerinden alınıp sürülmelerini emrini verir. Bu arada Kırım Tatar erkekleri, Kızılordu’da askerdir ve Almanların Nazi ordusuna karşı savaşmaktadır. Geride kalanlar ise çoğunlukla kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve hastalardır. Kocaları, babaları, evlatları Ruslar adına cephede savaşırken kimsesiz ve çaresiz Kırım Türkleri, bir gece yarısı yataklarından kaldırılarak 15 dakikada evlerini boşaltıp çıkmaları istenmiş, hayvan taşınan vagonlara doldurularak Orta Asya, Urallar ve Sibirya’ya sürgün edildiler. Sürgün edilen 420 bini aşkın Kırım Tatarının yarısı ya sürgün yolunda veya gittikleri yerlerde açlık, susuzluk ve hastalıktan hayatını kaybetti. Ruslar, hayatlarını kaybetmesi için de her türlü şartı sağladı. Mesela önce salamura balık yedirip sonra bataklıktaki sudan içirerek bulaşıcı hastalığa yakalanmalarını sağladılar. Dünyada benzeri nadir görülen zulümlerden biri idi.

Bugün bayram günü derler, alem eğlenir

İnsan yaşlandıkça ve yaşadıkça gençken okuduğu romanlar ve öyküler ile dinlediği şarkıları ve türküleri çok daha derinden hissederek anlıyor. Roman ve hikâye bir başka yazının konusu olsun, bir türkü üzerinden ne demek istediğimi ifade etmeye çalışayım.

Gençliğimde, Davut Sularî’nin (ö. 1985) meşhur “Bugün bayram günü derler, alem eğlenir” dizesiyle başlayan türküsünü ne zaman dinlesem sevinç ve mutluluk gününü anlatan bir türkünün neden bu sözlerle başladığını ve ağıt gibi okunduğunu merak ederdim. Şimdi dinlediğimde ise başkaları gülüp eğlenirken Davut Sulari’nin bayram günü yaşadığı hüznü daha iyi anlıyorum.

Davut Sulari türküsüne dinleyenlerin dikkatini çekecek şekilde başlamış.

Sabahattin Ali’de ne bulurum?

Malum, birkaç gün önce Sabahattin Ali’nin (2 Nisan 1948) ölüm yıldönümü idi. Zaman zaman Sabahattin Ali’den bahsedince arkadaşlarım bana Sabahattin Ali’de ne bulduğumu sorarlar. Bu soruş, onu beğenmeyeceğim düşünülerek sorulmuş bir soru değil, bir eski edebiyatçının bir hikâyecide ne bulduğu merak edilerek sorulmuş bir sorudur.

Böyle bir girişten sonra siz doğal olarak bu yazıda bu soruya cevap vermemi beklersiniz. Ben de bu beklentinizi boşa çıkaracak değilim. Dilim döndüğünce izaha gayret edeyim.

Konu ile ne alakası var, demeyeceğinizi düşünerek önce Mesnevî’den bir beyti hatırlatmak istiyorum.

Nâyî Osman Dede’nin Miraciyesi

Musikimizin büyük üstatlarından Nâyî Osman Dede’nin miracı anlattığı muhteşem Mirâcîye’sini duyan, işiten çoktur ancak metnini okuyan ve bilen azdır. Bestelenmek üzere kaleme alındığı ve musikisi bakımından özgün olduğu için hep musiki değeri üzerinde durulur, edebi tarafı ihmal edilir. Oysa edebi metin olarak da bir kıymete haiz metindir.

Süleyman Erguner’in dünyada bir ikinci örneği olmadığını söylediği bestesi, Türk musikisinin şahikası. Benim diyen musikişinasın saatlerce çalışmadan icra edemeyeceği kadar zor bir eser olduğu için bugün elimizde doğru dürüst bir kayıt bile yok.

Rivayete göre bir kandil gecesinde Şeyh Nasuhî Efendi, Üsküdar Doğancılar Tekkesi’nde bir kandil sonrası yapılan sohbet esnasında Nâyî Osman Dede’den Miraç kandillerinde Mevlid gibi okunmak üzere eser bir yazıp bestelemesini ister. Osman Dede evine gidip oturur ve Miraç kandilinde okuyacağı Miraciyeyi yazıp besteler.

Döne döne ‘Hû’ demeden olmaz

Tekkelerde ilahileri okunan Halvetî-Sinânî şeyhi Nizamoğlu (ö. 1601) İstanbul’da, Halvetiyyenin Sinâniyye kolunun piri İbrahim Ümmî Sinan’ın yanında yetişmiştir ve şeyhinden hilâfet almıştır. Silivrikapı’da Emirler Tekkesi’nde göçene kadar irşad vazifesini ifa eden Nizamoğlu’nun türbesi tekkenin haziresindedir.

Aşk-ı ilâhî Seyyid Nizamoğlu’nun şiirlerinin temelini teşkil eder. Ehl-i beyt muhabbeti bu aşkın tecessüm etmiş hâli gibidir. Bu kabına sığmayan mürşidin çok bilinen ve çok okunan;

Yâ Rabbi aşkın ver bana Hû diyeyim döne döne
Âşık olayım ben sana Hû diyeyim döne döne

Beytiyle başlayan güzel bir ilahisi vardır.

Mevlid sadece şiir midir?

Devrin gelenekleri ve halkın dini yaşantısını eleştirmesi ile meşhur hocalarından biri Süleyman Çelebî’nin Mevlid’ini tahfif için onun şiir olduğunu söylemişti. Burada şiirin ne olduğunu anlatarak vaktinizi almayacağım. Şiirin dinî duyguların terennümündeki öneminden bahsetmeyeceğim.

Mevlid, edebî bakımdan çok başarılı bir metindir. Yüzlerce, binlerce metinden farklı tarafı onun bir şiirden çok daha fazlası olmasıdır. Edebiyatımızda kimi metinlerin edebi yönü muhtevasının verdiği ağırlığın altında ve arkasında kalır, konusu edebîliğinin önüne geçer, örter, öteler. Asırlardan beri bir ibadet neşvesi içinde okunan ve dinlenen Süleyman Çelebî’nin mevlidi de edebiliğinden daha çok aktardığı Peygamber sevgisi bilinir, tanınır. Mevlid denilince akla edebî bir metinden daha çok kutsallaşmış güçlü bir metin gelir. Mevlid’i asırlar boyunca okunur kılan özelliği de budur.

Karacaoğlan’ı ne kadar tanıyoruz?

Karacaoğlan’ı bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur ancak hakkında bildiklerimiz o kadar sınırlı ki Karacaoğlan hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Tam olarak eskilerin meşâhir-i meçhûle dedikleri gibi adını bilinen ancak kim olduğunu bilinmeyen biri Karacaoğlan.

Karacaoğlan, âşık edebiyatı denilince akla hemen gelen birkaç isimden biri, belki de birincisi. Hakkında en çok araştırma ve yayın yapılan halk ozanı olmasına rağmen ne doğum tarihini biliyoruz ne de ne zaman yaşadığını. En erken XVI. yüzyıl başı en geç XVIII. yüzyıl başı arasında iki yüzyıldan fazla bir zaman dilimi içinde yaşadığı tahmin ediliyor. Hatta birden fazla Karacaoğlan yaşadığını düşünen araştırmacılar da var.

Can özünden besmeleyi çekince her şey yanar

Sözleri Abdürrahim Karakoç’a bestesi Ekrem Çelebi’ye ait;

Can özünden besmeleyi çekende
Dil yanmazsa ben yanarım sultanım
Hak uğruna bir sefere çıkanda
Yol yanmazsa ben yanarım sultanım

Türküsünü dinlerken aklıma nedense hep Mevlid’in tevhid bahri gelir ve o bahri dinler gibi türküyü dinlerim. Neden düşündüğümü izah edeyim, haklı olup olmadığıma siz karar verin.

Malum, rebiyülevvel, yani Mevlit ayındayız. Ben, Mevlid’in bizim kültürümüzdeki yerini şekerin içindeki çaya benzetiyorum. Şekerin çayın içinde erimesi gibi kültürümüzde erittik. Çaya baktığımızda şekeri göremiyoruz ama içildiğinde tadını alıyoruz. Mevlid’i de asırlardan beri dinleye dinleye iliklerimize kadar sindirdik, kültürümüzün her zerresine işledik, ancak dikkatlice baktığımızda anlıyoruz. Abdurrahim Karakoç’un türküsüne de Mevlid’in kokusu ve tadı gizlenmiş gibi.

Dede Korkut’un Homeros’tan farkı nedir?

Homeros'un Iliada ve Odysseia isimli eserleri ile Dede Korkut hikayeleri arasındaki benzerliğe dair yapılmış birçok çalışma var. Benzerlikleri ve farklılıkları öne çıkaran çalışmalardan yola çıkarak birtakım görüşler ileri sürülür. En çok karşılaştırılan hikâye ise Truva savaşından evine dönen Odysseus'un başından geçenler ile Basat'ın Tepegöz'ü Öldürdüğü Destan arasındadır.

Odysseus'un Penelopeia'ya kavuşmak için verdiği mücadele ile Pay Püre Bey oğlu Bamsı Beyrek'in Banu Çiçek'e kavuşmak için verdiği mücadelede birçok benzer nokta bulunur. Ayrıca Salur Kazan'ın Evinin Yağmalanması ve Basat'ın Tepegöz'ü Öldürmesi hikayeleri arasında da benzerlik bulunur. Kazılık Koca oğlu Yiğenek ile Iliada arasında da ciddi benzerlikler olduğu hemen fark edilir. Araştırmacılar, bu benzerliklerin ve farklılıkların sebepleri üzerinde çeşitli görüşler ileri sürer.

Ramazan'da fıkralar da öğreticidir

Ramazan, kişinin Allah ile olduğu kadar beşer ile münasebetlerinin de zirve yaptığı aydır. Bir taraftan ibâdetler ile manevi bir iklime girilirken öte yandan iftarlar, teravihler, sonrasında bazen sahura kadar süren meclisler, muhabbetler kişileri hem Allah'a hem de birbirine yaklaştırır, muhabbetin artmasına vesile olur.

Sohbetlerin vazgeçilmezi, anlatılan Ramazan fıkralarıdır. Fıkralar bile bir nasihat içindir ve dinleyenleri güldürürken düşündürür, unuttuklarını hatırlatır, hoşgörülü olmayı öğretir. Birkaç fıkra ile ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım.



Yalansa

Saçlarını kim için bölük bölük yapmışsın

Mezunu ve bir zamanlar mensubu olduğum İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün önerisi ile Sezâi Karakoç’a fahri doktora verdiği haberlerini gururla okudum. Törenin akabinde usta şairin belgesinin takdimi için ayağına gidilmesi ise takdir ettiğimiz ve bize yakıştığına inandığımız bir davranış olduğunu da ifade edeyim. Uğursuzların ve kötülerin tezviratlarının bizi boğduğu şu günlerde bu haber bize nefes oldu.

Bu haber vesile ile, Sezai Karakoç’un beğenerek okuduğum farklı zamanlarda yazılmış beş bölümden oluşan “Köşe” isimli şiirinin ilk bölümün ilk bendini sizlerle paylaşmak istedim. Yazıya konu olan dizeler şunlar:

KÖŞE 1

Saçlarını kimler için bölük bölük yapmışsın
Saçlarını ruhumun evliyalarınca örülen
Tarif edilmez güllerin yankısı gözlerin
Gözlerin kaç kişinin gözlerinde gezinir
Sen kaç köşeli yıldızsın

Kerbelâ’yı kana gark eyledi insan-i hazele

Bugün (18 Ağustos 2021), muharrem ayının onu, aşure günü. Şehadetinin 1382. yılında şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin Efendimizi ve tüm Kerbela şehitlerini rahmet ve tazim ile andığımız bugünü anlatan o kadar çok eser ve şiir var ki sadece sıralamak haftaları alır. Ben binlerce şair arasından pek bilinmeyen birinin Kerbela’yı anlatan bir şiirini size tanıtmak istiyorum.

Genç ve çalışkan araştırmacılardan İlyas Kayaokay’ın neşretmesiyle haberdar olduğumuz İbrahim Kadem, 19. yüzyılda yaşamış, muhtelif kazalarda kaymakamlık yapmış bir bürokrat. Mersiye-i Âl-i Abâ isimli terciibendinde Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi karşısında takındığı tutumu görürüz. Daha fazla anlatmak yerine şiirlerinden muhibb-i ehl-i beyt olduğu anlaşılan bu Osmanlı kaymakamının şiirini ve kısa açıklamasını verirsem daha iyi olacak.

Güzel-i şāh-ı ḥarem māh-ı Muḥarrem güzeli
Ezelī ḥarp idilemezdi bu ayda ezeli
Nice ḥarp itdi Yezīd ḫā‘in-i dīn mübtezeli
Ṭā ḳıyāmet oḳunur nāmına la‘net ġazeli
Eyledi āl-i Resūl dīdelerin hūn-rīzeli
Kerbelā’yı ḳana gark eyledi insān hazeli

Erzurumlu Emrah ve Divan Edebiyatı

Erzurumlu Emrah (ö. 1860) âşık edebiyatının müstesnâ şâirlerindendir. Ona bu istisnâyı Gedâyî ve Tokatlı Nuri gibi iki büyük âşık yetiştirmesinin yanı sıra, dili, üslubu, kullandığı kelimeler, mazmunlar ve aruzu başarılı bir şekilde kullanarak âşık şiirini Divan şiirine yaklaştırması verir. Nasıl yaklaştırdığını onun bir şiiri üzerinden anlatmaya çalışayım.

15. asrın ve Türk edebiyatının öncü şâirlerinden Ahmed-i Dâî’nin;

Eyâ hurşîd-i meh-peyker cemâlün müşterî-manzar
Ne manzar manzar-ı tâli’ ne tâli’ tâli’-i enver

matlaıyla başlayan kendine has özellikleri olan pür-sanat bir gazeli vardır. Birçok klasik şâir bu gazele nazîre yazmıştır. Erzurumlu Emrah da bu gazele nazîre yazan şâirlerden biridir. Onun yazdığı nazirenin, klasik şiir temsilcilerinin yazdıklarından farkı yoktur ve okuyanların bir saz şâirine ait olduğunu hemen anlamaları kolay değildir. Bahsettiğimiz şiir şudur:

Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir

8 Temmuz 2021 Perşembe günü, eskilerin deyimi ile ajanslara bir haber düştü:
Tuncelili halk ozanlarından Hozatlı Ahmet Yurt Dede hayatını kaybetti.
Allah rahmet eylesin.
Haberi okuyunca aklıma hemen Ahmet Yurd Dede’nin okuduğu “Eşrefoğlu al haberi” isimli meşhur deyiş geldi. Bu deyişin sahibi Hasan Dede (ö. 1603-1604), Nejat Birdoğan’ın ifadesine göre, Horasan’dan Karaman’a, oradan şimdiki Kırıkkale’nin Hasan Dede beldesine gelip yerleşmiş bir halk ozanıdır. Onun hakkında anlatılanlar zaman içinde efsaneye dönüşmüş ve ne kadarının gerçek olduğu pek anlaşılmıyor. Ama bildiğimiz gerçek, Hasan Dede halkın muhayyilesinde sadece bir ozan olarak değil, aynı zamanda bir eren olarak da önemli bir yere sahiptir.

Söz konusu deyişin sözleri şöyle:

Afganistan, bize uzak bir yer değil

Bugünlerde asker gönderip göndermemekle ilgili bir tartışma vesilesi ile Afganistan'ı yeniden duymaya başladık. Afganistan ismini ne zaman duysam içim cız eder ve bazı şeylerin kopup gittiğini hissederim. Ülkede yıllardan beri süren iç savaşın getirdiği yıkım sonucu ortaya çıkan yoksulluk ve istikrarsızlık haberlerini, çocuklarını daha güvenli bir ülkede yetiştirmek isteyenlerin yaptığı göçler ve göç yollarında verilen canlarla ilgili haberleri büyük bir üzüntü ile takip ederim.

Türk tarihinin ve kültürünün önemli bir parçası olmasına rağmen bizden çok farklı ve bize çok uzak bir ülke imiş gibi konuşulması ise benim için daha da üzücü.

Afganlar kim?

Afganlar, Peştunlar ile Akhunların karışımı sonucu ortaya çıkan bir millet. Yani kanlarının yarısı Türk.

Tedbîri terk mi edelim, derk mi edelim?

Şeyh Gâlib'in mütekerrir müseddes formunda yazılmış meşhûr bir ilâhisi vardır. Erbâbının çok iyi bildiği ilâhinin bestekârı meçhul. Bu yazıya konu olan şiirin ilk bendini aktarayım.

Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdâ'nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb?ı safânındır

Âşıkda keder neyler gam halk?ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr?i mugânındır

Bu ilâhiyi ne zaman dinlesem ilk mısrada geçen terk eyle ibaresinin "derk eyle" olması gerektiğini düşünürüm.

Din, masallarla da öğretibiliyormuş!

Öteden beri merak edip önce kendime sonra çevreme sorduğum ve cevabını aradığım bir soru vardı. Bu millet, dinini ve o dinin peygamberinin ahlâkını nasıl öğrendi ve özümsedi, hayatının içine soktu? "Anadolu irfanı" olarak tesmiye edilen bu irfan, nasıl teşekkül etti?

Anadolu irfanı denilince akla önce Yunus Emre, Hâce Bektâşî Velî, Hacı Bayram, Âhî Evren geliyor ama kastım bu değil. Bu büyük isimlerin de bir parçası olduğu aziz milletimizin temellük ettiği, kaynağı din olan ancak ilk bakışta dinî herhangi bir simge görünmeyen erdemli davranışları kastediyorum.

Sorduğum soru, beni önce kıraat meclislerine götürdü. Bu meclislerde okunan kitapların şüphesiz katkısı vardı ama sorumun cevabı hâlâ eksikti.

Mâni sadece eğlendirmez, öğretir de

Ramazan ayındayız. Ramazan'la ilgili her şeyi konuşuyoruz, yazıyoruz. İbâdet hayatının yanı sıra günlük hayattaki değişiklikler, eğlenceler, bekçi fasılları, davulcu mânileri, meddah ve Karagöz oyunları, zengin iftar sofraları, Bektâşî fıkraları, Ramazan'ı konu edinen şiirler ve öykülerin yanı sıra halk arasında söylenilen Ramazan mânileri de var.

Ramazan mânilerini sadece bir eğlence aracı olarak görürsek, yanılırız. Mâniler, halkın din ve ahlâk eğitiminin bir parçasıdır. Aynı zamanda, tarih bilgisinin de kaynağıdır. Henüz küçük bir çocuk iken çocukta Allah ve peygamber sevgisinin, ibâdetlerin, güzel ahlâkın öğretilmesinde ve gönüllere yerleşmesinde mühim bir vazîfe îfâ ederler.

İbâdet ve ahlâk eğitimi, sadece mânilerle olmuyor elbette. Eğitimin parçası, ilk eşiği. Dine ait duyguların çocukların gönlüne işlenildiği bu ilk evrede, tam olarak anlamını bilmediği birtakım kavramlar, zihne mâniler yoluyla işlenir.

Bize böyle adamlar lâzım

Bâkî'yi bilmeyenimiz yoktur, en azından adını duymayanımız. Devrinin en büyük şâiri, Kanûnî'nin has şâiri, büyük âlim. Şâir olduğu kadar da münşî ve nâsir. Yani sadece şiirde değil düzyazıda da sultan.

Eve hapsolduğumuz şu günlerde işten güçten bunalınca kendimi toparlamak için yaptığım iş ya bir öykü okumak ya da bir şiir. Bu sefer elime Bâkî'nin dîvânı geldi ve dîvânı açtığımda da karşıma, beni kendime getiren şu gazel çıktı.

Fermân-ı aşka cân iledür inkiyâdumuz
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdumuz

Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allah'adur tevekkülümüz i'timâdumuz

Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Akif Ersoy

Malûmunuz, içinde bulunduğumuz sene, yani 2021 yılı, Cumhurbaşkanımızın, İstiklâl Marşı'nın kabulünün 100. yılı olması münasebeti yayımladığı bir genelgeyle "Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı Yılı" olarak kutlanıyor.

Bu yıl vesilesi ile Mehmet Âkif'i anlatan çok sayıda yeni kitap ile tanıştık, tanışmaya devam ediyoruz. Bunlar arasında özellikle birini diğerlerinden çok farklı buldum: Ahmet Güner Sayar hocamızın telif ettiği Çekiç ile Örs Arasında Mehmet Âkif Ersoy isimli kitap.

Ahmet Güner Sayar'ın kitaplarının iki önemli özelliği olduğunu düşünürüm. İlki, ciddi bir ilim adamı titizliği ve dikkatinin hemen göze çarpması. Diğeri de ilmî kitaplarda görmeye pek alışık olmadığımız, hikâye veya roman gibi metni okunabilir kılan akıcı ve güzel Türkçe.

Bâkî ile Nev’î arasında geçen bir tartışma

Şairler arasındaki tartışmaları takip etmek zevkli olur ve öteden beri okumayı birbirlerine yazdıkları şiirleri okumayı severim. Birini sizinle paylaşayım, bakalım bana hak verecek misiniz?

16. asrın önde gelen üç şairinden birinin, belki de birincisinin, Bâkî olduğu konusunda edebiyat tarihçileri hemfikirdir. -gerçi Hayâlî Bey için daha büyük şairdir diyenler de vardır- Bâkî'nin sınıf arkadaşları, kendi gibi ileride meşhur olacak Nev'î, Üsküplü Vâlihî, Edirneli Mecdî, Hoca Sâdeddin, Karamanlı Muhyiddin gibi âlim ve şairlerdir.

Mülâzımlar arası rekâbet

Bâkî'nin yaşadığı çağda, medresede mezunlarının mülâzemet adı verilen müderris ve kadı olmak için sıra bekleme düzeni vardı. Medrese sayısının artması ile mezun sayısı da çoğalınca birikmeler olur.

İnsanın en yakın dostu olarak kediler

Fatih Altuğ'un hazırladığı Geçmiş Zaman Kedileri Türk Edebiyatından Kedi Metinleri (1970-1950) isimli kitabı bize kedilerin hayatımızda önemli bir yer işgal ettiklerini hatırlattı. Ahmet Haşim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halid Ziya Uşaklıgil, Ahmet Mithat, Fatma Münire, Osman Cemal Kaygılı, Ziya Osman Saba'ya ait 23 hikâyeden oluşan kitabı okuyunca kedilerin de pekâlâ bir hikâyenin kahramanı olabileceğine ikna oluyoruz. Kedilerin, hayatın tam merkezinde ve kimileri için vazgeçilmez dostlar olduğunu anlatıyor hikâyeler. Ama okurken kediler kadar dikkatimi çeken şey, dönemin Türkçesinin berraklığı ve akıcılığı oldu. Hüseyin Rahmi'nin âdeta bir fotoğraf karesi resmeder gibi anlattığı sıradan insanların sıradan hallerini okurken yüzyıl öncesinin İstanbul'una gitmek doğrusu pek zevkli idi.

1950'ye kadar yazılan hikâyelerin toplandığı kitabın muhtemelen ikincisi de gelecek. Turgut Etingü, Mesut Cemil'in kediler için otuz sekiz makale yazdığını söyler. Kim bilir bunun gibi daha nice içinde kedi geçen hikâyeler yazılmıştır.

Âkif’in bestelenmiş tek şiiri

Mehmet Âkif'in, bildiğim kadarı ile bestelenmiş bir şiiri var. Şerif İçli'nin, Hüseyni makamından bestelediği şarkı, Safahat'ın 7. kitabı Gölgeler'de yer alan Gece isimli şiirden alınmış bir dörtlük:

Ezelden âşinânım ben, ezelden hem-zebânımsın
Berâber ahde bağlandık ne olsa yâr-ı cânımsın
Ne olsam zerrenim, kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey cânân, gel ey can kalmasın ferdâya dîdârın

Bu dizelere bakarak, şairi hakkında birçok şey söylenilebilir. Herhalde bilmeyen birine sorulup şairinin kim olduğunu tahmin etmesi istenilse çoğu kişinin aklına Mehmet Âkif gelmez. Biz şiirin hikâyesini, Ertuğrul Düzdağ'ın hazırladığı, Safahat neşrinde, dipnotta verilen bilgiden takip edelim.

22 Mürekkep Damlası yahut bir ömrün muhassalası

Her ne kadar lâyık olamasam da öğrencisi olmakta iftihar ettiğim muhterem hocam İsmail Erünsal ile yapılan söyleşi, iki kapak arasına girdi. Halil Solak'ın titizlikle ve sabırla bir yılı aşkın bir sürede hazırladığı kitabı okuduktan sonra Erünsal gibi bir bilim adamını tanıdığım ve öğrencisi olduğumdan dolayı iftihar ettim. Öte yandan, ona lâyık olmadığımı ve tembel öğrencisi olduğumu düşünerek utandım.

Dikkatlice ve özellikle konu ile ilgilenenleri en az iki kere okuması gerektiğini düşündüğüm kitap 22 bölümden oluşuyor. Her bir bölümü bir mürekkep damlası olarak düşünmüş hocam. Siz hocamın damla dediğine bakmayın, her biri bir derya.

Bir ömrün muhassalası

Kitap, hocamın akademik hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, yazıp çizdiklerinin ihtisârı. Bu haliyle de diğer nehir söyleşilerden biraz farklı. Bunun nedenini de kendi sunuş yazısında açıklıyor.

Sırtında yük taşıyan bir hayvanı görsem ben taşıyorum sanırım!

Başlığı, Dursun Çiçek'in, Türkünün Ötesi Neşet Ertaş (İstanbul: Muhit Kitap, 2021) isimli kitabından ödünç aldım. Beğenerek ve ilgi ile okuduğum kitapta altını çizdiğim birçok yer oldu. Ama hiçbiri, Dursun Çiçek'in Neşat Ertaş'tan işittiği bu cümle kadar etkilemedi, sarsmadı beni.

Babası Muharrem Ertaş'ın bir eşeği vardır ve her yere eşeği ile gider. Büyük ustanın vefâtından sonra heykeli yapılır. Heykelde Muharrem Usta, eşeği üstündedir. Neşet Usta, "Canın üstüne başka bir can olmaz. O, eşek bile olsa can taşıyor, yıllarca onun üstünde duracak babam. İndirin babamı. Yan yana üç ayrı can olarak yapılsın, kabul etmem öbür türlü." der ve heykele bile rızâ göstermez.

Öyle bir hassasiyet ki günümüzde hiçbir hayvan hakları savunucusu, bu kadar müessir bir cümle kuramaz. Bence o sözü söyleyebilmek, hayvan haklarından çok daha öte bir şey olmalı.

Neşet Ertaş bir ozandır ve şiir yazar, okur

Böyle bir soru olur mu, dediğinizi duyar gibiyim. Sorunun biraz anlamsız olduğunun ben de farkındayım. Ancak sosyal medyada süregelen bir tartışmadan haberdar olunca bir şeyler yazmak istedim ve dikkatinizi çekmek için de yazıya böyle bir soru ile başladım.

Şair kimdir?

Şair, kısaca "şiir söyleyen kişi", biraz daha genişçe ise "Yaratılışında güzellikleri görme, sırlı mânâlara erme ve geniş hayal kurma yeteneği olan kimse" şeklinde tarif edilir. Bizde şairlik ölçüsü, kime ait olduğunu bilmediğimiz şu mısrada da ifade edildiği gibi;

Bilirler şâirin bir mısra-ı bercesteden kadrin

Regâibiye: Regâip gecesini anlatan şiirler

Bugün üç ayın ilk Cuma gecesini, yani Regâip kandilini idrak edeceğiz. Kesin olmamakla birlikte, kâinatın övüncü efendimizin anne karnına bu gece düştükleri ve bu yüzden özel bir gece olduğu rivâyet edilir.

Kandillerde okunmak üzere şiir yazmak, edebiyatımızda bir gelenek. Mevlid kandilinde okunmak üzere mevlitler, Mirâc kandilinde okunmak üzere mirâciyeler yazılmış iken Regâip kandilinde okunmak üzere Regâibiyenin yazılmasını 18. asra kadar beklemek zorunda kaldık. Hz. Peygamber'in anne karnına düştüğü geceye, beyitlerde veya şiirlerin, özellikle mevlitlerin bir bölümünde değinilirken, bu konuyu müstakilen ele alan şiirler yoktu. 18. asırda ilk yazılan regâibiyenin ardından yazılmaya başlandı ama sayısı diğerlerine göre hâlâ çok az.

Mehmet Akkuş tarafından yayımlanan Halveti-Uşşâkî şeyhi Salâhî Efendi'nin (ö. 1783) Regâibiye'si bilinen en eski şiir. Âlim Yıldız'ın tanıttığı Üsküdarlı Sâfî'nin (ö. 1901) Leyle-i Regâib başlıklı şiirinden başka Hakan Yekbaş'a göre; Receb Vahyî, Kemâlî Efendi, Ârif Süleyman Bey, Mehmed Fevzî Efendi, Şemseddin Canpek'in de regâibiyeleri var.

Yahya Kemal’e göre dört büyük eser

Modern Türk şiirinin üzerine inşâ edildiği temel direklerden biri Yahya Kemal'dir. Konuşma dilinin edâsını ve sedâsını şiire aktarabilen, Anadolu'da gelişen ve olgunlaşan Osmanlı Türkünün ma'şerî vicdânının sesi olmayı başaran ve kendine has imgelerle diğer şairler arasında kendine müstesna bir yer edinen büyük bir şairdir.

Tarihi olayları ve İstanbul'u, şiirin kalıpları arasına sığdırarak anlatmayı başarabilen bu büyük şairin şiirlerinden birini, en azından bir beytini bilmeyenimiz pek azdır. Şiirlerinden başka, şiir tadında, okunmaya doyulmayan, Türkçenin ne kadar güzel bir dil olduğunu gösteren mensur eserleri de var. Onlardan biri de Edebiyat'a Dair isimli eseridir.

Yahya Kemal'in, Türk edebiyatının muhtelif devirlerine, vezin ve kafiyeye, memleket edebiyatına, tiyatroya, tenkide dair görüşlerini zengin bir dil ve renkli tasvir ile anlattığı bu okunmaya doyulmayan eserin yetmiş sekizinci sayfasında, Türk edebiyatının ve zevkinin dört safhasını gösteren dört büyük eser olduğunu söyler.

Kardır yağan üstümüze geceden

Başlık, Ahmet Muhip Dıranas'ın meşhur şiirinin ilk dizesi. Karın, tüm yurdu beyaz bir örtü ile kapladığı şu günlerde, aşkı, özlemi, doğayı ve hüznü en güzel terennüm eden şairlerimizden Ahmet Muhip Dranas'ın kar şiirini görünce bir kez daha okumadan edemedim. Özlemin ve yalnızlığın, gece ve karanlık üzerinden anlatıldığı bu güzel şiirinde, Dıranas, yağan kar üzerinden bize uçsuz bucaksız masmavi gökyüzü altında hissettiği yalnızlığı ve ölümü anlatır. Ancak ölüm onda kendinden kaçılacak bir şey değil, arzu edilendir.

11'li hece ölçüsüyle beş mısralık dört bentten oluşan şiirde şair, hem duygularını, hem de çevreyi o kadar canlı ve başarılı tasvir eder ki, şiir mi okuyorum yoksa karlı bir gecenin resmedildiği empresyonist bir tablo mu seyrediyorum, bilemedim.

Türkün Duyuşu, Türkün Deyişi

Yukarıdaki başlık, bundan 27 yıl önce, bir 30 Aralık günü sonsuzluk yurduna giden kervana katılan Ali İhsan Yurt Hoca'ya ait. Hoca'nın, yazmaya ömrünün vefâ etmediği kitabına koymayı düşündüğü isim imiş "Türkün Duyuşu, Türkün Deyişi".

Hikâyesini talebe-i hassı Prof. Dr. Mustafa Kaçalin'den dinlemiştim. Ali İhsan Yurt Hoca, Türk kültürüne ve diline düşkün idi. Türkçenin müşterek sözlü hazinelerini derleme niyetiyle rahmetli Amil Çelebioğlu Hoca'ya Türk Ninnileri Hazinesi, yine Amil Çelebioğlu ve Yusuf Ziya Öksüz'e Türk Bilmeceleri Hazinesi, hazırlatıp yayımlatmıştı. Ayrıca, Amil Çelebioğlu Hoca'ya Türk Manileri Hazinesi ile Türk Ağıtları isimli bir çalışma daha yaptırmayı düşünmüş ama tamamlamaya iki hocamızın da nefesi yetmemişti. Ali İhsan Yurt Hoca, Kaçalin Hoca'ya seriyi beş eserle tamamlayacağını söyler. Kaçalin Hoca "Beşincisi nedir?" diye sorunca Ali İhsan Yurt şöyle cevap verir:

- İlk dört eserin hulâsası mahiyetinde bir eser olacak. Adı da Türkün Duyuşu Türkün Deyişi.

Araz'ı ayırdılar, milinen doldurdular

Şiir okumayı seven cumhurbaşkanımız, Azerbaycan ziyareti esnasında Karabağ'ın tekrar Azerbaycan'a katılmasını kastederek bir şiir okudu. İranlıların tepki gösterdiği bu şiir, çok meşhur bir türküde de geçiyor. Mehmet Özbek'in derlediği "Bu Dağda Ceylan Gezer" türküsünün ikinci bendinde de yer alan şiir şöyle:

Araz'ı ayırdılar
Milinen doyurdular
Men senden ayrılmazdım
Zülmünen ayırdılar

Ay Lâçin, can Lâçin
Men sene kurban Lâçin

Ülkemizde Kars-Iğdır bölgesinde de söylenilen ve "Gumunan" yerine "Ganınan" okunduğu şekli de olan bu dörtlük bir bayatı.

Mevlid-i Kaside-i Bürde'den okumak

Malum, Mevlid Haftası’ndayız ve Hz. Peygamber’in dünyayı teşriflerinin 1449. sene-i devriyesini idrak ettik, ediyoruz. Herkes gibi ben de bu hafta gelince, bir şey yapma gayretine düşerim. Yıllardan beri iki şey yaparım. İlki mutlaka usûl ve makam bilir güzel sesli bir hanendeden mevlid dinlerim. Bazen aynı bahri önce Bahriyeli Aziz, Bekir Sıtkı Sezgin ve Kâni Karaca gibi bir üstattan daha sonra günümüz hanendelerinden birinden dinlerim. Böyle hoş sadâlı hâfızlarımız olduğundan da Allah’a şükrederim.

Bu hafta içinde yaptığım ikinci şey, mevlidi farklı metinlerden okumak. Bu sene nasibime, Dr. Bünyamin Ayçiçeği’nin hazırladığı, Necip Efendi’nin Kaside-i Bürde şerhi, Muhtasar Tevessül düştü ve kitaptan mevlid ile ilgili kısmı okumak oldu.

Ömer Seyfettin’in İlk Namaz’ı

Ömer Seyfettin bizim neslin tüm hikayelerini bildiği ve kahramanlarını hatırladığı büyük hikayecilerimizdendir. Çocukluğumda tüm hikayelerini okuduğum bu büyük hikayecinin ders kitaplarında mutlaka olması ve her orta öğretim öğrencisinin mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm bir hikâyesi var: İlk Namaz. Ömer Seyfettin bu hikayesinde soğuk bir kış gecesinde sıcacık yatağından kalkıp abdest aldıktan sonra penceresini aralar ve mahallesine bakar.

Mahallesinin ışıkları yanmaya başlayan evleri ve camii ona on beş seneden beri hiç bırakmadan kıldığı sabah namazlarının ilkini hatırlatır ve okuyucuya kendine has o tatlı ve akıcı üslubuyla ilk kıldığı namazı anlatmaya başlar.

Bana kahramanını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim

Geçen haftayı bir şarkıcının iki arkadaşı ile birlikte yaşlı bir adamı dövmesi üzerine çıkan tartışmalarla geçirdik.

O olayda şarkıcının ve adamlarının işlediği suçlar göründüğünden çok daha fazla. Kendinden büyük biri ile sokak ortasında tartışmak, hakaretler etmek, kavgada rakibinden önce vurmak, kendinden büyük birine el kaldırmak, güçsüz ve zayıf birine saldırmak, muhatabının karşılık vermediği halde vurmaya devam etmek, aman diyene el kaldırmak, yere düşmüş birine tekme atmak, öleceğini zannederek kelime-i şehâdet getirmesinden adamın içine düştüğü durumu anlamamak, kelime-i şehâdeti ezan sanmak, dinin simgelerinden birini duyduğunda azılı din düşmanı gibi saldırmak, dine ve dindarlara hakaret etmek, büyük ve önemli bir iş yapmış gibi göğsünü gererek evine gitmek.

Söyle ey bâd-ı sabâ söyle Huseynim nerede

Başlıktaki mısra Kemal Edip Kürkçüoğlu’nun [ö. 1977] 1964 yılı muharreminde kaleme aldığı meşhur mersiyesine ait.

Kürkçüoğlu bizim için çok önemli bir isim. Ömrünü yitik mirasımıza ulaşmamız için feda eden kahramanlardan biri o. Türkçeyi devrinde onun kadar arı duru kullanan bir başkası var mıdır bilmem. Konuyu dağıtmamak için nesrinin akıcılığı ve duruluğu konusunu bir başka yazıya bırakıyorum.

Şikâyet etmem asla, çünkü memnûnum bu hâlimden.

Cihânın şüphe yok bi-sûd olur hurşid-i rahşânı

Diyerek yaptıklarının konuşulmasını ve bilinmeyi, tanınmayı istemeyen şair melâmî meşreptir. O yüzden ber-hayat iken şiir kitabı yayınlamamış.

Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiya’ya

Muharrem ayı bizim için yastan daha çok hüzün ayı. Hz. Hüseyin’e ve onunla birlikte olanlara yapılan zulmü hatırlama ayı. Peygamberimizin hakkında ‘dünyanın iki çiçeği’ ve ‘âhirette cennet çocuklarının efendisi’ dediği ve ‘gözümün nuru’ diyerek sevdiği, Hz. Fatıma’nın kuzusu, Allah’ın aslanın aslanı Hz. Hüseyin’in başına gelenleri yazmayan şairimiz yoktur neredeyse. Kimileri bestelenip Kerbela’nın yıldönümlerinde okunur, dinleyenleri hüzün deryasına gark eder, göz yaşlarına boğar.

Ben de her sene farklı şiirler, kitaplar okumaya çalışırım bugünlerde. Ama aşağıda sözlerini aktaracağım maktel veya deyiş kadar samimi olanı ve sanki hadise şu anda cereyan ediyormuş gibi hissettireni az bulunur.

Nakaratları Musa Kazım Paşa’nın mersiyesi ile aynı olan Kağızmanlı Aşık Cemal’in meşhur maktel şu bent ile başlıyor.

Geldi mah-ı Muharrem doldu gözler yaşlar ile

Müslümanların Ramazan orucu farz olmadan önce oruç tuttukları Muharrem ayına eriştik, hamd olsun.

Ramazandan sonraki en faziletli orucun tutulduğu Muharrem ayına eriştik, hamd olsun.

Peygamber efendimizin 9-11 Muharrem günlerinde yani bu sene 28-29 ve 30 Ağustos tarihlerine tekabül eden günlerde oruç tutmamızı tavsiye ettiği aya girdik, hamdolsun.

Müslümanların traş olmadıkları, çamaşır değiştirmedikleri, yıkanmadıkları, cinsi münasebette bulunmadıkları, sofralarına su koymadıkları, eğlenceden uzak durdukları günlere girdik, hamd olsun.

Şeyh Galip neden büyük şair?

Geçen sene vizyona giren Dilsiz filmi güzel bir şarkı ile sona ermişti. Şarkı dinleyicileri o kadar sarmıştı ki filmin bitiş jeneriği olmasına rağmen şarkı bitene kadar kimse dışarı çıkmamıştı. Aynı şarkının sözlerini Abdülhamit döneminin anlatıldığı dizide sultanın ağzından da dinlemiştik.

Dinleyicilerin büyük bir kısmının sözlerini anlamadığı halde hissederek dinlediği bu güzel şarkının sözleri Şeyh Galip’e ait bir murabba idi.

Ayasofya’da Bayram Namazı

Başlığı görünce aklınıza hemen Yahya Kemal’in;

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de

Dizeleriyle başlayan Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri geldi değil mi! Hayır, size bahsedeceğim yazı bir şiir değil. İkincisi de yazarı Ruşen Eşref Ünaydın.

İyi bir gözlemci ve kelimelerle resim çizecek kadar usta bir tasvirci olan Ruşen Eşref’in pek bilinmeyen veya diğer eserlerinin gölgesinde kalmış bir kitabı var: Ayrılıklar (İstanbul: 1923). Kitapta yazar muhtelif dergi ve gazetelerde yayınlanmış İstanbul’a ve İstanbul insanının yaşayışına, geleneklerine vb. dair anılarına, bilgilere yer vermiş.

Şeyhülislam Esad Efendi'nin musikiye dair bir gazelinin açıklaması

Musiki İslam medeniyetinde ve edebiyatında derin bir nehir gibidir. Âlimler arasında musikişinas çoktur. Kindî, Farabî, İbn Sina gibi ilk dönem İslam filozoflarının ise neredeyse hepsinin musiki ile ilgili risaleleri vardır.

İslami edebiyatı, İslam tarihi, felsefesi ve düşüncesini bilmeden anlamak mümkün değildir. Bu edebiyatın temel unsurları olarak Arap, Fars ve Türk edebiyatlarını en başta saymak gerekir. Musikinin edebiyata kaynaklık edişindeki seviyeyi göstermek için Şeyhülislam Esad Efendinin bir gazelinden bir beyti izah etmeye çalışalım.

Kendisi gibi abisi, babası ve kayınpederi de şeyhülislam olan Esad Efendi (1684-1752), Osmanlı ulemasının önde gelenlerinden. Fıkıh ve tefsirle ilgili eserleri var. Üç dili şiir söyleyecek kadar iyi bilir. O kadar ki Türkçeden Arapça ve Farsçaya bir sözlük hazırlamıştır. Ama onun diğer din bilginlerinden farklı bir yönü daha var: Besteleri de olan bir musiki adamı...

Bu dünyadan Walter G. Andrews da geçti

Türkiye dışında Divan edebiyatı denilince akla gelen birkaç isimden biri olan Walter G. Andrews’u 31 Mayıs 2020 Pazar günü kaybettik.

Amerika’nın taşrasında doğup büyüyen bu adamın hayatını Türk edebiyatına vakfetmesinin öyküsünü anlatmaya çalışayım.

Seneler önceydi. İskoçya’da iken Ulusal Kütüphane’deki Türkçe kitapları merak etmiştim. Sordum, Şark Kitapları bölümünde dediler ve yerini tarif ettiler. Şark Kitapları bölümüne gittiğimde hep Arap ve Fars edebiyatına dair kitaplar gördüm.

Beyaz su, sarı su, kara

Su deyince akla hemen temizlik, beyazlık, şeffaflık gelir. Suları renklerine göre söyleyince de genellikle aklımıza meşrubat gelir. Sarı su deyince aklımıza limonata, kırmızı su seyince vişne şerbeti, kara su deyince karadut suyu veya pekmezden yapılan şerbet gelir. Peki beyaz su akan, sarı su akan ve kara su akan ırmak deyince aklınıza ne gelir? Saçmaladığımı düşünmeyin hemen. Bu ırmaklar bir masalda geçiyor. Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için bir örnek vereyim.

Roger Finch'in Yahya Kemal tercümeleri

Alemgir Haşimi (Alamgir Hashmi), son kırk yıldan beri şiir yazan ve değişik yıllarda farklı ülkelerden ödüller kazanmış, İngilizce konuşulan ülkelerde kitapları yayınlanmış Pakistan'ın tanınmış şairlerinden biridir. İngiliz ve Urdu dilleri karşılaştırmalı edebiyat profesörü olan Haşimi'nin bir çok şiir kitabının yanında bir çok şiir antolojisi de yayımladı.

Hâsılım iki cihânda sensin...
Nesimî'nin Na't-ı Şerif'i ve Açıklaması

Seyyid Nesimi'nin yaşamı hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur. Gerçek adı İmadüddin olan şair Bağdat'ın Nesim ilçesinde doğmasına nispeten Nesimî mahlasını kullanmıştır. Doğum yılı kesin bilinmemekle beraber 1339-1344 tarihleri arasında doğmuş olabileceği tahmin edilmektedir. Bunun gibi ölüm tarihinde de ittifak edilmiş bir tarih yoktur. Kaynaklarda en sık geçtiği şekli, şiir ve fikirlerinin şeriata aykırı olduğu iddia edilerek Halep'te 807/1404'de derisi yüzülerek öldürüldüğüdür.

Mitoloji, efsane, menkıbe

Mitoloji dediğimizde eğer önünde başka bir sıfat gelmezse akla antik Yunan ve Roma mitolojisi gelir. Batı'da gelişen sanatlar da mitolojik kahramanlar ve özellikleri bilinmeden anlaşılmaz. Mitolojileri de efsaneler takip eder. Efsane dini bir mahiyet alırsa da menkıbe olur. Bu değişim ve gelişimi bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım.

İsmail Emre ve Nasrettin Hocanın fıkralarına farklı bir yaklaşım

Nasrettin Hoca Anadolu insanının ortak dilidir. Onun şöhreti yetiştiği topraklarda kalmayıp Romanya'dan Pakistan'a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Türkçe konuşulan bu toprakların yanı sıra bir çok Avrupa dilin 17. asırdan beri tercüme edilmiş ve okumuştur. Nasrettin Hoca sadece bize has olmayıp fıkraların benzerleri dünyanın her tarafında anlatılmakta ve insanları güldürürken düşündürmeye devam emmektedir. Fıkraları yüzyıllar boyunca anlatılmış ve çağlar ötesine mesajlar vermiş ve vermeye de devam edecektir. Nasrettin Hoca üzerinde en çok araştırma yapılan şahsiyetlerden biridir. Onun bir halk bilgesi olduğu ve fıkralarının hepsinde birer hikmet gizli olduğu onun hakkındaki ortak kanaattir. Nasrettin Hocanın fıkraları genellikle ahlak ve ibret bakımından değerlendirilmekte ve onun her fıkrasının son cümlesi adeta ata sözü gibi dillerde dolaşmakta ve yeri geldikçe de söylenmektedir. Hatta bu son cümleler, adeta herkesin bildiği bu fıkraların kod numarası gibi söylendiğinde fıkranın tamamı hatırlanmaktadır.

Hugo, naat yazabilir mi?

11 Nisan 2018 Çarşamba günü İstanbul Medeniyet Üniversitesi güzel bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Birkaç üniversitenin müştereken yaptığı "Sîreti Sûrette Görmek" üst başlıklı çalıştayda modern şiirimizde Hz. Peygamber için yazılan şiirler ve şairleri değerlendirildi. Birbirinden değerli araştırmacı ve şairlerin katılımıyla gerçekleşen çalıştayın son oturumunda bir tartışma yaşandı. Özlem Fedai'nin Victor Hugo'nun Hz. Muhammed şiirinin naat sayılıp sayılmayacağını sorması üzerine başlayan tartışmada taraflar ikiye ayrıldı. Ben de akşam eve dönünce oturup şiiri yeniden okudum ve bir neticeye ulaşmaya çalıştım.

Kararımı açıklamadan önce şiirin öyküsü hakkında kısa bilgi vereyim. Fransızların kendisiyle övündüğü Victor Hugo'nun (1802-1885) Sefiller ve Notre Dame'ın Kamburu'nu herkes bilir de onun Hz. Peygamber'den bahseden şiirini bilenimiz çok azdır. 2014 yılında bir gazetede çıkan haberden şiiri ve yazılış öyküsünü özetleyeyim.

Merkeb-i Meşâhire

Acaba Şeyhî'nin (ö. 1429'dan sonra) Har-name'sini duymayanınız var mıdır? Bence olsa olsa hatırlamayanlarımız vardır. Onların da hatırlaması için metnin ilk mısralarını şuraya nakledeyim.

Bir eşek var idi zaîf ü nizâr
Yük elinden katı şikeste vü zâr
Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi
Ol çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamıştı yağır

Şair bu minval üzere zayıf ve çaresiz bir eşeğin ahvalini anlatmaya devam eder. Sesi hayvanlar arasında en çirkin ses olmasına karşın gözü de en güzel göz olan eşek İnsanoğlunun hayvanlar aleminden bilinen en eski arkadaşlarındandır. Şeyhî eserinde, 64. beyitten itibaren insanoğlunun kadim arkadaşları arasında en çok şöhret olmuş olanları sayar.

Bilmeceler, sadece bilmece mi?

Bilmeceler hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyor. Yerini ise ilk duyduğumuzda bize komik gelen ama insana bir şey katmayan, o anı eğlenceli hale getiren tek katmanlı çözümü basit olduğu halde cevabı hemen akla gelmeyen "Dört tane fil taksiye nasıl biner?" gibi Amerikan bilmeceleri adı verilen bilmeceler alıyor. Bu bilmeceyi babalarımıza dedelerimize sorsak 'o ne biçim bilmece' der gibi yüzümüze bakarlardı. Çünkü onlar hiçbir filin taksiye sığamayacağını düşünür ve akıllarına cevap olarak mantıklı bir şey gelmezdi. Oysa cevabı fillerin sığıp sığmayacağı ile ilgili değil, çok basit: İkisi öne, ikisi arkaya biner.

Miracı daha iyi nasıl öğreniriz?

Kandil gecelerini nasıl ihya edersiniz? Sadece ibadet ederek mi? Benim birkaç yıldan beri yaptığım bir iş var. Edebiyatımızda miracı anlatan eserleri okumak veya mevlitlerin miracın anlatıldığı bahisleri okumak. Bu sene malum, evlerdeyiz, çocukları da toplayıp yüzyıllardan beri bu topraklarda yapıldığı gibi sesli okumak niyetim var. Belki bu vesile ile böyle bir adet başlatırım evde.

Şehitler tepesi boş değil

"Bayrak", "Fetih Davulları", "Selimler", "Kubbeler", "Süleymaniye" gibi kendisinden daha çok bilinen şiirlerin de sahibi olan bayrak ve vatan şairi olarak bildiğimiz Arif Nihat Asya'nın;

Seccaden kumlardı...

Devirlerden, diyarlardan

Gelip göklerde buluşan

Ezanların vardı

dizeleriyle başlayan "Naat"ı duygu ve estetik bakımından son devirde yazılmış naatlerin en mükemmel örneklerinden biri.

Kaza gelince bilgi uykuya dalar

Bugünlerde ülkemizin üstünde kara bulutlar dolaşıyor adeta. Neredeyse her gün bir başka felaket veya kaza haberi ile uyanıyoruz. Önce deprem haberleriyle perişan olduk, İdlib haberleri ile sarsıldık, Van'da hep birlikte çığ altında havasız kaldık ve büyük bir uçak kazası ile tersyüz olduk.

En son uçak kazası haberini aldık ve uzmanlar tvlerde uzun uzun nedenlerini açıklıyor. Kazaların tek bir nedeni yok. Hava şartları, uçak, pilot ve havaalanından kaynaklanıyor olabilir. Hatta bunlardan birden fazlası bir araya gelerek kazaya neden olabiliyor.

Terk ettiğimiz bir ramazan adeti: Temcid İlahileri

Bu sene ramazan biraz mahzun geçiyor. İnsanların hem ibadet hem de muhabbet için bir araya geldiği ramazanda bu yıl ne topluca ibadet edebiliyoruz ne de eş-dost bir araya gelip eğlenebiliyoruz. Eh haliyle biz de Nâbî merhumun

Ey meh, leyâl-i vesvese-hîz-i fırâkde
Sen gelmeyince hâtıra bilsen neler gelir  

Dediği gibi ramazanı tam manasıyla yaşayamayınca bizim de hatırımıza neler geliyor neler.

Gelenlerden biri eski bir ramazan adeti: Temcid ilahileri.

Devamını okumak için tıklayınız.

Şemseddin Sivasi'nin Nutk-ı Şerifi

"Vasıl olmaz kimse hakka cümleden dur olmadan" mısraıyla başlayan ilahinin izahı.

Rıza Tevfik'in 'Bizim' redifli şiiri

 

Bir sineğin bir kartalı devirdiği dünya

Üstad Ekrem Demirli son yazısında gözle görünmeyen bir virüsün koca ülkeleri batma noktasına getirmesine ve güçlü ve sağlıklı olduğunu düşünenlerin kendilerini korkudan eve hapsetmesinden hareketle Yunus Emre’nin meşhur şathiyesini hatırlattı bizlere.

Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu

Demirli, bu beyitte ilahi tecellilerin gücüne vurgu yapıldığını zikrettikten sonra malum ve meşum virüs olaylarını bu beytin yardımıyla açıklıyor. Ben de Ekrem Demirli’nin bıraktığı yerden devam ederek meseleye bizden öncekilerin yaptıkları yorumlarla devam edeyim.

Devamını okumak için tıklayınız.

Miracı bir de ediplerden dinleyin

Kandil gecelerini nasıl ihya edersiniz? Sadece ibadet ederek mi? Benim birkaç yıldan beri yaptığım bir iş var. Edebiyatımızda miracı anlatan eserleri okumak veya mevlitlerin miracın anlatıldığı bahisleri okumak. Bu sene malum, evlerdeyiz, çocukları da toplayıp yüzyıllardan beri bu topraklarda yapıldığı gibi sesli okumak niyetim var. Belki bu vesile ile böyle bir adet başlatırım evde.

Hz. Peygamber’in miraç mucizesini öğrenmek için aklımıza gelen ilk kaynak siyer kitaplarıdır. Onlardan da ilgili bahis okunabilir. Ama ille de edebi metinler. Niçin ısrar ettiğimin anlaşılması için bir örnek vereyim. Hamidullah’ın meşhur siyer kitabından tamamını alıntılamayacağım için sadece miraç olayının gerçekleştiği gecenin başlangıcını şuraya alayım:

Devamını okumak için tıklayınız.

Bedr'in aslanları ancak o kadar şanlı idi

Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale şehitleri ve gazileri için yazdığı şiirin Türk edebiyatının abidevi metinlerinden biri olduğu erbabının ve ehlinin kabul ettiği değişmez bir hükümdür. Büyüklüğü hem konusundan hem de şiirin kusursuz olmasından geliyor. İçerik ve biçimin mükemmel olduğu bu şiirin Çanakkale şehit ve gazilerinin Bedir savaşına katılan ashab-ı kirama benzetildiği mısraı zaman zaman tartışılıyor.

Sadece o mısraı aldığımda meselenin anlaşılmasında sıkını yaşanacağını düşündüğüm için birkaç beyit öncesinden alarak alıntılıyorum.

Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor; 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 

Devamını okumak için tıklayınız.

İstiklal Marşı'nın diğer milli marşlardan farklı olan tarafı nedir?

12 Mart 1921. İstiklal Marşının kabulünün üzerinden 99. yıl geçmiş. Merak ettim ve birkaç ülkenin milli marşının ilk mısraını tetkik ettim ve bizim milli marşımızla mukayese etmek istedim. Milli marşları okuduğumda bir kısmının ülkenin güzelliklerine övgü, bir kısmı tarihine saygı, bir kısmı bağımsızlık mücadelesi ve bir kısmı da halkı öne çıkarıyor.

Ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım. Mesela Almanlar. Almanların milli marşı;

Birlik, hak ve özgürlük 
Alman vatanı için

ile başlıyor ve

Almanya Almanya her şeyin üstünde 
Dünyadaki her şeyin üstünde.

Devamını okumak için tıklayınız.

Şehitler telesi boş değil

“Bayrak”, “Fetih Davulları”, “Selimler”, “Kubbeler”, “Süleymaniye” gibi kendisinden daha çok bilinen şiirlerin de sahibi olan bayrak ve vatan şairi olarak bildiğimiz Arif Nihat Asya’nın;

Seccaden kumlardı...
Devirlerden, diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı

dizeleriyle başlayan “Naat”ı duygu ve estetik bakımından son devirde yazılmış naatlerin en mükemmel örneklerinden biri.

Son günlerde sıkça işittiğimiz “Şehitler tepesi boş değil” cümlesi de Arif Nihat Asya’nın en çok bilinen birkaç şiirinden biri olan Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor isimli şiirinin ilk mısraı.

Devamını okumak için tıklayınız.

Nedir bu Tahirlerin Nefi'den çektikleri

Adı Tahir olup da Nefi’nin meşhur şiiri ile yapılan bir espriye muhatap olmayan var mıdır, bilmem. En azından bizim ve bizden sonraki neslin yoktur herhalde. Hâlen edebiyat derslerinde bu şiir örnek olarak veriliyorsa yeniler de bilir. Nefi’nin bahsini edeceğimiz şiiri, derslerde özellikle edebi sanatlar bahsinde tevriye için verilen örneklerin başında gelir ve şiir anlaşıldıktan sonra öğrenciler mutlaka gülerler. Hele bir de sınıfta Tahir adında biri varsa “Vay onun hâline!” Artık bir süre sınıfın esprilerine katlanmak zorunda kalmaktan başka elinden bir şey gelmez.

Methiye ve hicviye şairidir; Nefi. Dili çok keskin, bazen çok acıtıcı. Dostlarına bile kıyacak kadar gözü kararıyor, eğer canını sıkacak bir şey görürse. Bu yüzden de başına gelmedik kalmıyor. Affediliyor, yine yazıyor ve cezalandırılıyor.

Devamını okumak için tıklayınız.

Bir devre adını veren çiçek: Lâle

Bugün, kime sorsanız hakkında bir şeyler söyleyeceği bir dönemin adıdır Lâle Devri. Ve devrin padişahı III. Ahmed’i unutturacak kadar meşhurdur; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa. Kitaplarda hep olumsuz olarak anlatılan bu devir sadece ismini değil, ömrünü de lâleden almış olmalı ki on iki yıl gibi (1718-1730) kısa bir süre devam etmiştir.

Lâle Devri gerçekten anlatıldığı gibi çok mu başarısız ve kötü idi? Bu soruya tarihçiler cevap versinler ama benim bildiğim bir şey var. Tarihte hiçbir devir veya kişi mutlak iyi veya kötü değildir. İyi tarafları da vardır, kötü tarafları da.

Devamını okumak için tıklayınız.

Cenneti Arayan Adam'ın Öyküsü

Ziyaüddin Serdar Pakistan asıllı İngiliz vatandaşı bir Müslüman düşünür, yazar, eleştirmen ve yayıncı. Hayatını Müslümanların neden Batı’nın gerisinde kaldıklarını araştırmakla ve Müslümanların kalkınması için neler yapması gerektiğini aramakla geçirmiş bir entelektüel. Elliden fazla kitabı var ve önemlileri de Türkçeye kazandırıldı.

Türkçe yayınlanan eserlerinden Mukaddes Belde Mekke’sini daha önce okumuş ve çok beğenmiştim. Kitabı okurken Kabe’de olanları ve yapılanları öğrendikçe hem üzülmüş hem de ürkmüştüm. Hatta Kabe’nin esir olduğunu ve bu esaretten kurtarılması gerektiğini bile düşünmüştüm. Bir çırpıda okuduğum Cenneti Arayan Adam da beni çok etkiledi. Bunda tercümesinin de başarılı olmasının rolü var elbette. Mütercim sanki Türkçe yazılmış bir metin gibi çevirmiş. Çevirmeni İbrahim Kapaklıkaya da tebrik ve takdiri hak ediyor.

Devamını okumak için tıklayınız.

Sivâsî ve Asaf Hâlet Çelebi’ye aynı şeyleri terennüm ettiren ne idi?

Mutasavvıfların üzerinde özenle durdukları konuların başında kalbin temizlenmesi gelir. Kalbin temizlenmesi ise iki aşamalıdır. İlki Yunus Emre’nin gönül pasını yumak olarak tarif ettiği gönlü kötü düşüncelerden arındırmak, ikinci aşama ise iyi ve güzel şeyler de olsa bu dünyaya ait olan nesnelere, kavramlara ve şahıslara olan sevgiyi oradan kaldırmaktır. Bunlardan ilki şeriat ile, ikincisi de tarikat ile olur. Böylece boşalan gönül Allah ve sevgisi ile dolacaktır. Buna da marifet denir. Marifet sahibi olduktan sonra da hakikat kendiliğinden gelecektir. Tasavvuf yolcusunun arzularının en önemlisi de budur.

Mesele mühim olunca özellikle mürşit mesabesinde olan mutasavvıflar bu konuda özlü sözler ve şiirler söylemişler, müritlerine ve takipçilerine gönlü temizlemenin yollarını anlatmışlar, cesaretlendirici ve ümit verici vaaz u nasihatlerde bulunagelmişlerdir.

Devamını okumak için tıklayınız.

Hikaye okumayan başkan istemiyoruz

Malum mahalli yöneticilerimizi belirleyeceğimiz seçimlere kısa bir süre kaldı. Adaylar hummalı bir çalışma içinde, seçilmek için gayret ediyorlar. Peki hiç beş yıl boyunca yaşadığımız kasabayı yönetecek belediye başkanının nasıl olması gerektiğini düşündünüz mü?

Eskiler düşünmüşler ve düşündüklerini de kitaplaştırmışlar.  türü böyle bir ihtiyaçtan doğmuş. Bir ülkeyi, bir şehri, bir beldeyi yönetmeye talip olanları uyaran kitaplar yazmışlar ve adına da siyasetname demişler. 

Devamını okumak için tıklayınız.

Kılıç yetmez, kalem de olmalı

Cem Sultan ile II. Bayezid arasındaki söz düellosu

Bir yönetmen veya roman yazarı bana Osmanlı hanedanından kimin hayatını film yapayım veya yazayım diye sorsa hiç düşünmeden Cem Sultan ve Şehzade Mustafa derdim. Şehzade Mustafa bir sonraki yazının konusu olsun, Cem Sultan’ı neden söylediğimi açıklamaya çalışayım.

Cem Sultan öyle birkaç satırla anlatılacak sıradan bir şehzade değil. Şehzade olarak bilinse de aslında o bir sultan. Diğer şehzadelere pek verilmeyen sultan lakabının onda ne güzel durduğunu görmüyor muyuz? Ha isminin önünde ha ardında ne fark eder!

Kendisi de çok iyi bir eğitim alan Fatih Sultan Mehmed oğullarının da çok iyi bir eğitim alması için bir babanın yapabileceği her şeyi yaptı. Cem Sultan henüz küçük bir çocukken Edirne Sarayı’nda Arapça ve Farsça’yı öğrendi, şiirle tanıştı. Öyle ki Kastamonu sancak beyliğine tayin edildiği sırada, daha on yaşında iken gazel yazdığı rivayet edilir. Çünkü şehzadeler bir yandan silahşörlük ve binicilik talimleri alırken öte yandan devrinin en büyük alimlerinden ve şairlerinden ilim ve kültür tahsil ederlerdi. O yüzden Konya’ya gittiğinde çevresine Sa‘dî-i Cem, Haydar, Sehâyî, La‘lî, Kandî ve Şâhidî gibi şairleri topladı. Cem Sultan bu şairlerden bir kısmı ile sadece yediklerini içtiklerini değil, kaderini de paylaştı. O yüzden onlara “Cem şairleri” dendi. Böyle bir dostluğun ikinci örneği var mı bilmiyorum.

Şiir, Şair ve Peygamber'e Dair kitabı üzerine

Birkaç sene önce Diyanet İşleri Başkanlığının her yıl düzenlediği sempozyum için aramışlardı. Sempozyumun o seneki konusu sanat idi ve sanatın tüm dalları ile ilgili oturumlar olacaktı. Benden de İslâm ve Şiir başlıklı bir sunum yapmam istendi. Ben konunun genişliğini dile getirerek bu konuda konuşma yapacak birkaç isim önerdim. Önerdiğim isimler müsait olmadıklarını söyleyince iş başa düştü ve çalışmaya başladım.

Konu İslâm ve şiir olacağına göre önce Kur’ân’a bakmak gerekir diye düşündüm ve Kur’ân’a ve Kur’ân’ın nazil olduğu toplumda şiiri araştırmaya başladım. Konunun 20 dakikalık bir bildiride sunulamayacağını bildiğimden konuyu Kur’ân ile sınırlandırdım. Kur’ân’da Şiir Algısı başlığıyla bir bildiri hazırladım ve daha sonra onu makaleye dönüştürdüm.

Leyla ile Mecnun

Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.

Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez. Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.

Mecnun'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun (deli, çılgın) oldu diye Leyla'yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz. Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:

Romeo ve Juliet

Capuletler ve Montagueler birbirine düşman iki ailedir. Aralarındaki bitmek bilmez kin ve nefret vardır ve bir sürü kan dökülmüştür. 

Eser ateşli ve heyacanlı olduğu her halinden belli olan Tybalt’ın olayı tam olarak öğrenmeden Romeo’nun arkadaşına saldırdığı sahne ile başlar. Tybalt’ın bu dizginlenemeyen hiddeti sonradan yaşanacak olayların müsebbibi olacaktır. Shakespeare adeta ilk sahneyi okurun Tybalt’ı daha iyi tanıması için yazmıştır.

Bu sahne aynı zamanda Capulet ve Montague aileleri arasındaki düşmanlığı  da gösterir. Şehrin yönetici Prens Escalus’un araya girmesi ile olaylar yatışır ama daha sonra küçük bir kıvılcımla tekrar ateşleneceğini okuyucu hissseder ve sezer.

Kızana, Sarıkız ve Nemfler

Eskicuma’da (Tırgovişte-Bulgaristan) cam fabrikasına giden yol üzerinde ve Eskicuma’ya hâkim bir noktada, Momino köyünün girişinde yol üzerinde birtakım yapılardan oluşan güzel bir tekkede Kızana adında bir erenin türbesi vardır.

Kızana, Demir Baba Velâyetnâmesi’ne göre ise 16. asırda yaşamış Demir Baba ve Akyazılı Sultan ile sıkça görüşen bir kadın derviş. Nişanlı bir kız iken evlenmekten vazgeçmiş ve nişanlısını da bir akrabasıyla evlendirip kendisini halka ve Hakk’a hizmet etmeye adamış Kızana öldükten sonra da mezarı türbe olmuş.

Peki Kızana’yı halk arasında böyle önemli ve değerli kılan ne?

Doğumu ile ilgili başlar onun hakkındaki menkıbeler. Kızana’nın anababasının çocuğu olmazmış. Bir gün annesi rüyasında Kızana’ya hamile kalacağın görmüş ve Kızana dünyaya gelmiş. Adını da Zühre koymuşlar. Zühre’nin aynı zamanda bir yıldız adı olduğuna dikkatinizi çekerim.

Bizden evvelkiler nasıl mektup yazardı?

Ahfâdı olduğumuz Osmanlılar dünyanın en düzenli ve kurallı devleti idi, dense itiraz edecek ilim adamının çıkacağını sanmıyorum. Dünyanın en düzenli ve zengin arşivine sahip olmaları onların devlet işlerini ve işleyişini adeta bir kanaviçe gibi ördüklerini gösteriyor.

Bu düzenli ve kurallı yapıyı öğrenmek için kaynaklara baktığımızda şaşkınlığımız ve hayranlığımız giderek artıyor. Mübahat Kütükoğlu’nun Osmanlı Belgelerinin Dili: Diplomatik. (İstanbul: Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, 1994) isimli eserinde bürokrasinin yazışmaları ve kurallarını görebiliyoruz. Peki devletin yazışmaları böyle ise halkın yazışmaları nasıldı? Onların yazışmaları da böyle kurallara bağlı mıydı?

Evet, onların bağlı olduğu kurallar vardı ama kuralları belirleyen toplumun bedi zevki idi. Vatandaşların yazışmalarında kolaylık ve alışkanlık sağlamak için kaleme alınan mektup, tebrik, tâziye, dilekçe gibi yazı örneklerinin yer aldığı inşa veya münşeat mecmuaları bize toplumun bedi zevkinin nasıl olduğunu gösterir.

Kıbrıs'ta Türbe ve Şehidalar ile İlgili Söylenceler

İslâm coğrafyasında tanınmış şahsiyetlerin mezar anıtları türbeden başka “kümbet, makam, meşhed, buk‘a, darîh, kubbe, ravza” gibi adlarla da anılmıştır. Bu adlandırmalar genellikle yapının ait olduğu kişinin makam ve mevkii, mensup olduğu sosyal, dinî ve siyasî zümre, ayrıca yapının mimari özelliğini yansıtmakla birlikte birbirinin yerine de kullanılmıştır. Kıbrıs’ta daha çok türbe kullanılmıştır. Günümüzde sıradan insanlar için verilen gazete ilanlarında bile mezar için türbe tabiri kullanılmaktadır.

İnsanın fıtratında olan ve ilkel kavimlerden günümüze kadar her toplumda görülen doğaya saygı duyma ve bazı nesneleri kutsallaştırma özelliği din ile birlikte dince ulu kişilere yönelmiş ve özellikle şehitlik ve erenlik makamı üzerinde temerküz etmiş ve şehitler devam ettikçe de sürmüştür.

Yatırların ve türbelerin birtakım özellikleri vardır. Bunlardan biri insanların bulundukları yerlerde güvenli bir şekilde yaşamalarını sağlamalarıdır. Çünkü bölgede oturan insanlar başlarına bir şey geldiğinde veya birileri saldıracak olduğunda orada bulunan azizin veya ermişin onları savunacağına inanırlar.

Melih Cevdet'in Karacaoğlan’ın Bir Şiiri Üzerine Çeşitlemeler’indeki edebi sanatlar

Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde edebi sanatlarla ilgili dersleri genellikle Eski Türk Edebiyatı kürsüsü hocaları verir ve bu iş adeta onların işi görülür. Bir yönüyle makul ve haklı bir durum. Ancak eksik. Bir yerde şiir varsa orada mutlaka edebi sanatlar vardır. Şiir dediğimiz şey bir şeyi bir şeye benzetmekten başka bir şey değil. Şairler içinde bulundukları halleri ifade ederken rastgele kelimeler seçmezler. Aralarında ses ve anlam ilişkisi olan kelimeleri arar, bulur ve kullanırlar. Bunlar da cümleleri dizelere dönüştürür.

Yeni şiirde edebi sanatların üzerinde pek durulmaz ve açıklamalarda ondan yararlanılmaz. Oysa yeni şiirler de en az Divan şiiri kadar zengin malzeme içerir. Ne demek istediğimi söz oyunlarından arınmış yalın bir dili olduğu söylenen Melih Cevdet’in on iki bölümden oluşan ve bir yolculuğun anlatıldığı Karacaoğlan Üzerine Çeşitlemeler adlı dizi şiirinin sekizincisi üzerinden göstermeye çalışacağım. Melih Cevdet, her ne kadar teşbih, istiare, mübalâğa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur diyen Garip akımının başlangıçta temsilcisi olsa da böyle pür sanat bir şiir yazması konuşulması gereken bir konu gibi duruyor.

Hugo'nun Mahomet (Hz. Muhammed) şiiri naat midir?

11 Nisan 2018 Çarşamba günü İstanbul Medeniyet Üniversitesi güzel bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Birkaç üniversitenin müştereken yaptığı “Sîreti Sûrette Görmek” üst başlıklı çalıştayda modern şiirimizde Hz. Peygamber için yazılan şiirler ve şairler değerlendirildi. Birbirinden değerli araştırmacı ve şairlerin katılımıyla gerçekleşen çalıştayın son oturumunda bir tartışma yaşandı. Özlem Fedai’nin Victor Hugo’nun Hz. Muhammed şiirinin naat sayılıp sayılmayacağını sorması üzerine başlayan tartışmada taraflar ikiye ayrıldı. Ben de akşam eve dönünce oturup şiiri yeniden okudum ve bir neticeye ulaşmaya çalıştım.

Fransızların kendisiyle övündüğü Victor Hugo’nun (1802-1885) Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu’nu herkes bilir de onun Hz. Peygamber’den bahseden şiirini bilenimiz çok azdır. 2014 yılında bir gazetede çıkan haber olmasa kimsenin haberi olmayacaktı. 

Vâfaka şenn tabaka’nın Kıbrıs versiyonu: Dilruba Hanım

Arapça bir darbımesel var: Vâfaka şenne tabaka. Vâfaka uygun düştü, münasip anlamında. Şenn ise küçük su kırbası anlamına geliyor ve erkek ismi. Tabaka’nın bir çok anlamı var. Burada kullanılan anlamı kapak anlamında. Aynı zamanda bir kız ismi. Kap kapağını bulmuş diye çevirebiliriz. Türkçede tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş diyoruz biz. Hikayede ise Şen ile Tabaka birbirine uygun iki çift oldu, şeklinde geçiyor

Darbımesel her ne kadar Arapça olsa da biz de kullanmışız. Nedim’in;

Alıcak hükm-i kifâetle arûs-ı dehri
Tâk-ı gerdûna yazıldı mesel-i vâfaka şen

(Zaman gelini ile evlenmeye layık olduğu hükmü felek takına vâfaka şenn darbımeseli gibi yazıldı. )

Beytindeki gibi birçok şairin şiirinde geçmesinin yanısıra Nâimâ tarihinde;

Cinci lakabıyla şöhret olan Hüseyin Efendi, Karaçelebizade Mahmud Efendi’ye damad olunca vâfaka şenne tabaka meselinin mazmûnu zuhûr etdi.

Olduğu gibi birçok metinde de geçer.

Şol yel esip geçmiş gibi

Yunus’u bilmeyenimiz yoktur. Sevmeyenimiz de yoktur. O bizim Yunus’tur. Onun sözleri asırlardan beri bizim dilimizi süsler, zenginleştirir ve onun sözlerini çığırırız. İlahi deyince akla hemen onun adı gelir. Nerede güzel bir ilahi duysak ona yakıştırırız. Güzellik onun şiirlerinin diğer adıdır.

Yunus, insana dair ne varsa hepsini terennüm etmiştir, dile getirmiştir, kağıda dökmüştür. O yüzden insana dair ne ararsanız onun şiirlerinde bulursunuz. Şefkat, hasret, özlem, sabır, acı, keder, sevinç. Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Çünkü o kamildir ve insana ait her türlü hissiyatı bilir ve anlatır. Hissiyatı bildiği gibi insan tiplerini de bilir. O, fakiri de bilir, zengini de. Yaşlıyı da bilir genci de. Mutluyu da bilir bahtsızı da. Sarhoşu da bilir, zahidi de. Mütekebbiri de bilir, mütevaziyi de. Kıskananı da bilir, kıskanılanı da. Dini de bilir, tarikatı da. Hocayı da bilir talebeyi de. Dervişi de biliri şeyhi de. Kulu da bilir, sultanı da. Dervişliğin başını da bilir sonunu da. Çünkü o kamil bir mürşiddir. O gerçek tasavvuf konusunda söylenmesi gereken ne varsa hepsini söylemiştir. Onun kadar tevhide ve irfana dair söz söyleyen yoktur. Onun söylemeyip kendisinden sonra gelenlerin söylediği yeni hiçbir şey de yoktur.

Bursevî onun son zamanlarda yetişen mutasavvıfların sonuncusu olduğunu söylerken çok haklıdır. Ondan sonra birçok kamil mürşit gelmesine rağmen onun gibisi gelmedi. Herkesin ve her kesimin sevdiği bir başkası yok neredeyse ondan sonra.

Hz. Peygamber'in şiire karşı tutumu

Hz. Peygamber’in hayatında şiir önemli bir yer tutmaktadır ve şiirle ilgili söylenmiş birçok sözü bulunmaktadır. Onun hayatında şiirin yerine baktığımızda üç farklı düzeyde karşımıza çıkmaktadır. Günlük hayatında yeri geldikçe beğendiği kimi beyitleri terennüm etmiş ve söyletip dinletmiştir. Savaşlar esnasında bir silah olarak şiirin kullanılmasına oldukça önem verdiğini görürüz. Bu hem müşrik şairlerin hicivlerine karşı savunma ve eleştirme, hem de müslümanları cesaretlendirme şeklinde görülür. Savaş olmadığı zamanlarda ise şiir vakit geçirme ve muhabbeti artırma amacı olarak söylendiği gibi hikmetli sözleri yayma ve öğretme amacıyla söylenmektedir. Hz. Peygamber’in şiire karşı tutumu olumlu olup sadece İslam’a, onun getirdiği inanç sistemine, kendisine ve Müslümanlara saldıran şiirler ile haramları teşvik edip öven şiirleri uygun görmemiştir. Bu çalışmada Hz. Peygamber’in hayatı ve hadislerinden yola çıkılarak onun şiir bilgisi ve şiire karşı tutumu incelenmiş, hangi durumlarda olumlu, hangi durumlarda olumsuz davrandığı tespit edilmeye çalışılmıştır.  Okumak için tıklayınız.

Fahreddin Paşa'ya ait olduğu söylenen dörtlük üzerine

BAE’nin ne yaptığını bilmeyen dışişleri bakanının Fahreddin Paşa’ya bühtanda bulunan bir tweeti paylaşması üzerine gündem Fahreddin Paşa ile doldu. Hoş, ondan önce bizden birileri de buna benzer hezeyanlarda bulunmuşlardı, ağızlarının payları verildi. Tarihçiler televizyonlarda konuyu tartışıyorlar, anlaşıldığı kadarı ile bir müddet daha tartılaşacak. Ülkede neredeyse herkes Fahreddin Paşa’nın kim olduğunu öğrendi. Bu bakımdan faydalı olduğu bile söylenebilir. Yakında filmi, dizisi ve kitapları da çıkar.

Tartışma ülke gündemine yerleşince doğal olarak sosyal medyada da Fahreddin Paşa ile ilgili birçok paylaşımlar olmaya başladı. Bir tweette Fahreddin Paşa’ya atfedilen bir dörtlüğü görünce bu satırları karalamaya cür'et ettim. Söz konusu dörtlük şöyleydi:

Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz
Cân verir cânânı veremez Türkler
Ebedî hâdimü’l-harameyniniz
Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler

Tarihçiler için edebiyat bilgisi gerekli midir?

Tarihçiler için edebiyat bilgisi gerekli midir?

Yazıma başlıktaki soruyla başlıyorum. Tarihçiler için edebiyat bilgisi gerekli midir? Gerekliyse neden gereklidir? İyi bir tarihçi olmak için edebiyat bilmek gerekli midir?

Aslında bu soruyu çevirerek de sorabiliriz. Edebiyatçılar için tarih bilgisi gerekli midir? Osmanlı edebiyatı çalışan biri olarak bu soruya hiç tereddüd etmeden evet diye cevap veririm. Yararlandığım kaynakların neredeyse yarısı tarih kitapları ve araştırmaları. Lisans döneminde tarih bölümünden dersler almanın verdiği kolaylıktan ve aşinalıktan mıdır, bilmem ama benim hocalarımdan da gördüğüm iyi bir Osmanlı edebiyatçısı olmak için tarihçiler kadar olmasa da tarih bilgisine ihtiyaç duyduğumdur.

Bir edebiyatçı olarak tarih bilgisine bu kadar ihtiyaç duyarken iyi bir Osmanlı tarihçisinin edebiyat bilgisine ihtiyacının en az benim kadar olduğunu düşünüyorum.

Sanırım başlıkta sorduğum sorunun cevabını da vermiş oldum. Madem bir soru sorup cevabını da verdim, o halde gerekçelerini de açıklamam gerekir.

İslam ve Edebiyatımız

Sevgili öğrenciler, değerli hocalarım, kıymetli misafirler,

Sizlere bir soru sorarak başlamak istiyorum konuşmama. Lütfen şu dizelere bir göz atar mısınız? Sizce bu dizeleri kim, neden ve kime söylemiş olmalı?

Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi
Suat'ı alıp götürdüler, gönlüm öyle kırık ki!

Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin,
Tan vakti Suat göçtü buralardan. 
O ne mağrur bakışlardı Rabbim ve ne müstağni.

Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,
Tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.

Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı ,
Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.

Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.
Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki.

Klasik Türk Şiirinde İbn Sina ve Hekimliği

GİRİŞ

Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük alimlerinden biri olarak kabul edilen büyük İslam alimi ve filozofu İbn Sina, (981-1037) zekasıyla çok küçük yaşlardan itibaren çevresinin dikkatini çekmiş, küçük yaşlarda Kur'an-ı Kerim'i hıfz etmiş, dil ve edebiyatın yanı sıra dini ilimleri de tahsil etmiş büyük bir şahsiyettir. İbn Sina kendisini İbn Sina yapacak geometri, aritmetik ve felsefe derslerini babasından öğrenmiş, ilimde belli bir dereceye geldikten sonra da tıp ilmine ilgi duymuş ve üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Devrin meşhur hekimlerinden dersler alarak büyük bir hekim ve eczacı olmuştur. Bu başarısı onun saray hekimi olmasını sağlamış, böylece sarayın zengin kütüphanesinde bilmediği kitapları görmüş, bulamadığı kitapları okumuştur. Bu kütüphane ona İbn Sinâ olmanın kapılarını açmıştır.

Hocama yazdığım bayram tebriği

Üstâd-ı ekremim, hâce-i muhteremim, efendim,

Mücerred talim ve terbiyeleri sâyesinde iktisâb-ı ilm ü irfân ederek hayâtının son nefesine kadar minnetdârınız olmuş olan abd-i âcizleri gibi telâmizinizin vird-i zebânı füzûnî-i sıhhat ve âfiyet ve ikbâl-i sâadet-i üstâdâneleri duâsın dergâh-ı ahâdiyyete arz etmek değil midir? Evet, zulmet-i cehâlet içinde kalmış, insanlıktan haber-dâr olmamış umk-ı cehâletde bulunmuş olan bir şahsı, zât-ı üstâdâneleri gibi vücûdunu böyle umûr-ı hayriyeye vakf u nezr eylemiş zât-ı maârif-simâtın halka-ı tedrîs ve irşâdında bulunup tenvîr-i kulûb ve envâ-ı ilm ve meârif iktisâbıyla tezyîn-i ezhân u zât u sıfât eyler ise o şahs muallimine karşı ne gibi bir vazife-i vicdâniyye ifâsına mecbûr olur? Kazâyâ-hı bedihiyye ile mütehakkıkdır ki o şahs muallimine karşı ile’l-ebed arz-ı minnetdârî eylemek misilli pek çok vezâif-i mukaddese ifâsına medyûn olur. İşte âcizleri de zât-ı üstâd-ı ekremîlerine karşı böyle ve hatta bundan daha mukaddes ve muhterem îfâ-yı vezâif-i nazîfeye vicdânen mükellef olduğumdan nâşî her an izdiyâd-ı ömr u âfiyet ve füzûnî-i ikbâl ve saâdet duâsıyla telzîz-i dimâğ eylemekteyim.

Kürk Mantolu Madonna Üzerine…

Sevgili Selçuk,

Tavsiyen üzerine Kürk Mantolu Madonna'yı bir çırpıda okudum. Hemen söyleyeyim. Çok beğendim. Adamın Türkçesi de güzel, tasvirleri de çok canlı. Niye şimdiye kadar okumamışım, hayıflandım. Önyargı kötü bir şey galiba. Önümüze ördüğümüz kalın bir duvar. Kendimiz ördüğümüz için de yıkması biraz zor. Yoksa zindan mı demeli, neyse…

Üzüldüm, Sebahattin Ali adına, hem Türk edebiyatı adına. Hem böylesine yetenekli bir yazarı genç yaşında kaybetmek üzücü. Hem de yine böyle yetenekli bir yazarın kalemini ideolojisine hizmet için basitleştirmesi ve daha iyilerini yapacabilecekken yapmaması üzücü. İdeolojiler bazen insanın ufkunu açıyor, bazen de hapsediyor bir yere. Kendini aşmak belki de düşüncelerini inkar etmeden değiştirip dönüştürmek, ilerletmek. İdeolojilerin de üstüne çıkabilmek.

Dede Korkut’u bilen dini ve tasavvufu daha iyi bilir

Şimdi durup dururken bu da nereden çıktı diyenleriniz olabilir. Cümleyi iddialı da bulabilirsiniz. Bir yerden çıkmadı ve iddiam felan da yok. Gündemin yoğunluğundan ve ağırlığından biraz kurtulalım istedim. Hayat devam ediyor ve biz de yavaş yavaş işimize gücümüze dönelim. Pazar sabahı aklıma takılanları paylaşmak istedim, zevkimize ve neşemize ortak aradım, hepsi bu.

Dede Korkut ismini bilmeyen, duymayan yoktur. Ama tüm hikayelerini okuyanımız sanırım o kadar çok değil. MEB Yüz Temel Eser arasına almasına rağmen piyasada kısaltılmış ve özetlenmiş kolay ve çabuk okunan versiyonları çoğaldı. Adet yerini bulsun diye de alınıp şöyle gözden geçiriliyor. Dede Korkut’un önemini bilen ebeveynler özel bir hassasiyet gösterip okutuyorlar. Bazı öğretmenler de konu üzerinde duruyorlar. Ama bunun yaygın olduğunu söylemek sanırım biraz zor. Hatta daha da ileri gidip gereksiz görenler var. Elimde yetki olsa bir KHK ile ben de Dede Korkut’u önemsiz görüp üzerinde durmayan Türkçe öğretmenlerini meslekten atardım.

Neyse, biz konumuza dönelim ve ne demek istediğimizi iki örnek üzerinden anlatmaya çalışalım.

Abdurrahim Fedâî’nin Hâfız Divânı’nın İlk Beytine Yaptığı Şerhin Önceki Şerhlerden Farkı

[Uluslararası Melâmîlik ve Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Sempozyumu 9-10 Mayıs 2015 Antalya Bildirileri, ed. Rıdvan Yıldırım, Ankara: TİKA, 2016, s. 189-202.]

Sadık Vicdanî Tomar-ı Turuk-ı Aliye’sinde (1995: 19-84) ve Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler (1982) isimli eserinde Melamileri üç devirde inceler. Bunlar, ilk dönem melamileri olarak da adlandırılan hicretin üçüncü asrında Nişabur’da ortaya çıkan Hamdun Kassâr’la başlayan Melamiyye-i Kassâriyye, orta devre melamileri olarak da anılan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer-i Sikkînî’ni ile başlayan Melamiyye-i Bayramiyye ve son devre melamileri olarak da isimlendirilen XIX. asırda Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından kurulan Melamiyye-i Nûriyye’dir.

Üçüncü devre melâmilerinin kutbu Nûru’l-Arabî, Kudüs’e yerleşmiş Hz. Hüseyin soyundan gelen bir ailenin çocuğu olarak 1813 yılında dünyaya geldi. Babasının Mısır’a göç etmesiyle de tahsil hayatını Mısır’da tamamlamıştır. Babasının küçük yaşta vefat etmesiyle dayısı tarafından himaye edilmiştir. 1820’de Şeyh Hasan Kuveysni’nin yanında başladığı tahsil hayatı dokuz yıl sürdü. Farklı hocalar ve şeyhlerden feyz aldıktan sonra döndüğü Mısır’da hocası tarafından Rumeli’ye gönderildi. Burada Kazanlı Abdülhalık Efendi’ye intisap etti ve onun ölümüyle de Trabzonlu Şeyh Mustafa’ya bağlandı ve Nakşıbendiyye-Müceddidî icazeti aldı. Ömrünün büyük bir kısmı bugün Makedonya sınırları içinde olan Usturumca ve Üsküp’te geçti. 13 Mart 1888’de[2] Usturumca’daki evinde vefat etti ve vefat ettiği odaya defnedildi.** (Azamat 2005: 560-561)

Eski Türk Edebiyatı Dersleri Nasıl Olmalı?

*

İsmail GÜLEÇ**

Eğitim Fakültelerinin Türkçe Eğitimi Bölümleri programlarında üçüncü ve dördüncü dönemlerde okutulmak üzere Eski Türk Edebiyatı I ve II dersleri bulunmaktadır. Bu derslerin ilki olan Eski Türk Edebiyatı I’in müfredatında 15-16. yy. Türk edebiyatından seçme metinler üzerinde inceleme çalışmaları, dönemin dil anlayışı, toplumsal durumu ve dünya görüşünü ortaya koyacak çalışmalar ile Divan Edebiyatının temel özellikleri, belli başlı türleri ve önemli temsilcileri yer alıyor. Eski Türk Edebiyatı II dersinde ise 17.-18. yy. Türk edebiyatından seçme metinler üzerinde inceleme çalışmaları, aruz ölçüsünün temel mantığı, aruz öğretiminde karşılaşılan sorunlar, aruz ölçüsünün melodisini öğretmeye yönelik çözümleme çalışmaları, aruz ölçüsünün Türkçe ve edebiyat öğretiminde kullanmaya yönelik modern çalışma biçimleri ve yöntem geliştirme yer alıyor. Müfredata göre nazım biçim ve türlerinin ilk dönem, aruzun ise ikinci dönem ağırlıklı olarak işlenmesi öngörülmektedir.

Bilmecelerle birlikte

Bilmecelerle birlikte neleri kaybediyoruz?

Bilmeceler artık hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyor. Onun yerini ilk duyduğumuzda bize komik gelen ama insana bir şey katmayan, o anı eğlenceli hale getiren tek katmanlı çözümü basit olduğu halde cevabı hemen akla gelmeyen Amerikan bilmeceleri aldı. Ne demek istediğimizi bir örnek üzerinden anlatmaya çalışalım. Dört tane fil taksiye nasıl biner? Doğal olarak hiçbir filin taksiye sığamayacağını düşünürüz ve aklımıza cevap olarak mantıklı bir şey gelmez. Cevabı, ikisi öne, ikisi arkaya biner. Güldük, geçti. Daha sonra aklımızda bir şey kaldı mı? Hayır. Cevaplamak için herhangi bir kültür birikimine ihtiyacımız var mı? O da hayır.

Edebiyat Kokusu

Nasrettin Hoca Konulu Televizyon konuşmam

{youtube}cEpcSg8grIo{/youtube}

Baharı Şiirle Karşılamak: KENZÎ ve NEVRÛZİYYESİ

Kitaplara Vakfedilen Bir Ömre Tuhfe: İsmail E. Erünsal’a Armağan 2, haz. Hatice Aynur vd. İstanbul: Ülke Yayın Haber, 2013, s. 769-798.

Baharı Şiirle Karşılamak: KENZÎ ve NEVRÛZİYYESİ

Gündelik hayatın her alanında ve halkın her kesimi arasında gelişi çeşitli şekillerde kutlanan nevruz, şairlerin şiir yazmaları için bir bahane oluyordu. Klâsik dönem şairlerinin, nevrûzun gelişini vesile ederek birisini övmek üzere daha çok kaside formunda yazdıkları şiirlere nevruziye adı verilir. Şairler, baharın gelişini adeta yazdıkları bahar şiirleriyle karşılarlar ve bununla da himayesinde bulundukları devlet büyüklerinden caize kazanırlardı. Caize kazanmak için mi nevruziyye yazarlardı, yoksa nevruziye yazdıkları için mi caize alırlardı pek belli olmamakla birlikte araştırmacılar arasındaki genel kanaat birincisi yönündedir.

Anonim Halk Edebiyatının Tasnifine Dair Bir Öneri

Özet

Anonim halk edebiyatı deyince daha çok âşık ve tekke edebiyatından bağımsız düzenleyeni ve söyleyeni bilinmeyen, kendine has bir dil ve üslubu olan sözlü kültür akla gelmektedir. Başlangıcı İslamiyet öncesi döneme kadar uzanan halk edebiyatı İslamiyet’le birlikte biçimde pek fazla değişiklik olmadan muhtevada değişmeye başlamıştı. Tarihinin bu kadar eskilere gitmesine ve yaygın olmasına rağmen maalesef bu konuda yapılan çalışmalar geçen yüzyılın başlarında görülmeye başlandı. Günümüzde ise hem sahada çalışanların sayısı, hem de gördüğü ilgi bakımından kısa sayılabilecek bir geçmişe rağmen çok iyi bir noktaya geldiği görülmektedir. Bu gelişimde üniversitelerdeki Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması ve buralarda yaptırılan halk edebiyatı ile ilgili tezlerle, halk edebiyatı araştırmacılarının yayınlarının büyük bir etkisinin olduğu muhakkaktır.

Bu kadar kısa sürede görülen büyük gelişme doğal olarak bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların önemlilerinden biri kanaatimizce Anonim Halk Edebiyatı’nın tasnifi meselesidir. Bu çalışmada bu sorun üzerinde durulacak ve bugüne kadar yapılan tasnifler sıralandıktan sonra yeni bir tasnif önerisinde bulunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Anonim halk edebiyatı, tasnif, halk edebiyatı

Prizrenli bir veli: Abdurrahim Fedâî ve Risâle-i Iydiyyesi

"Abdurrahim Fedayi ve Rısale-i Iydıyye’si¨, Balkan Studies II History&Literature, ed. Deniz Ekinci vd., İstanbul: Ciril Metedhiy Universtiy, 2011, s. 45-53.
br> Prizrenli bir veli: Abdurrahim Fedâî ve Risâle-i Iydiyyesi
İsmail GÜLEÇ
br> Sadık Vicdanî Tomar-ı Turuk-ı Aliye’sinde (1995: 19-84) ve Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik ve Melamiler (1982) isimli eserinde Melamileri üç devirde inceler. Bunlar, ilk dönem melamileri olarak da adlandırılan hicretin üçüncü asrında Nişabur’da ortaya çıkan Hamdun Kassâr’la başlayan Melamiyye-i Kassâriyye, orta devre melamileri olarak da anılan Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer-i Sikkînî’ni ile başlayan Melamiyye-i Bayramiyye ve son devre melamileri olarak da isimlendirilen XIX. asırda Muhammed Nûru’l-Arabî tarafından kurulan Melamiyye-i Nûriyye’dir.
br> Nûru’l-Arabî, Kudüs’e yerleşmiş Hz. Hüseyin soyundan gelen bir ailenin çocuğu olarak 1813 yılında dünyaya geldi. Babasının Mısır’a göç etmesiyle de tahsil hayatını Mısır’da tamamlamıştır. Babasının küçük yaşta vefat etmesiyle dayısı tarafından himaye edilmiştir. 1820’de Şeyh Hasan Kuveysni’nin yanında başladığı tahsil hayatı dokuz yıl sürdü. Farklı hocalar ve şeyhlerden feyz aldıktan sonra döndüğü Mısır’da hocası tarafından Rumeli’ye gönderildi. Burada Kazanlı Abdülhalık Efendi’ye intisap etti ve onun ölümüyle de Trabzonlu Şeyh Mustafa’ya bağlandı ve Nakşıbendiyye-Müceddidî icazeti aldı. Ömrünün büyük bir kısmı bugün Mekadonya sınırları içinde olan Usturumca ve Üsküp’te geçti. 13 Mart 1888’de Ustrumca’daki evinde vefat etti ve öldüğü odaya defnedildi.** (Azamat 2005: 560-561)

İslam’da Şiir ve Şair Algısına Dair Kimi Tespitler

Şiir, Cahiliye dönemi Arapları için oldukça önemli idi. Kabileler savaşmaya önce şiirle başlar, sonra kılıçla devam ederlerdi. Şiirin ve şairin önemli olduğu bir topluma inmeye başlayan Kuran’da şiir ve şairlerle ilgili ayetler bulunmaktadır. Bu makalede, bu ayetlerin değerlendirmesi yapılmış ve bu ayetlerden yola çıkılarak Kuran’da şair ve şiirin nasıl değerlendirildiği tespit edilmeye çalışılmıştır.

Bu işin nazariyesiyle uğraşan bilginler de kurallarını tespit ettiler. (Huart ty: 11-12) Böylece Cahiliyye dönemi edebiyatı, özellikle şiiri teşekkül etti.

¨İslami Türk Edebiyatı¨ İsmi Üzerine Bir Değerlendirme

Edebiyat tarihimizde XIII-XVIII. asırlar arasındaki dönemi isimlendirmek hâlen tartışılan bir konudur. Henüz kesin ve herkes tarafından kabul edilmiş bir isim bulunmamakla birlikte Klâsik Türk Edebiyatı son yıllarda daha çok tercih edilen isim olmuştur.

Başlangıçta bu dönem edebiyatına, şiir-i kudema, edebiyat-ı kadime, edabiyat-ı atika gibi isimler verilmişken Cumhuriyet döneminden itibaren ‘Eski Türk Edebiyatı’ kullanılmıştır. ‘Yüksek Zümre Edebiyatı’, ‘Enderun Edebiyatı’, ‘Ümmet Çağı Türk Edebiyatı’ ve ‘Saray Edebiyatı’ gibi isimler genellikle muarızlar tarafından tahkir ve tazyif etmek için verilmiş olup araştırmacılar arasında kabul görmemiştir. Bunların yanında ‘Havas Edebiyatı’, ‘Elit Edebiyatı’, ‘Dinî Edebiyat’ gibi başka isimler verilmişse de tutmamıştır. (Akün 1994: 389) ‘Osmanlı Edebiyatı’ ise daha çok şarkiyatçıların ve yabancı Türkologların[1] tercih ettiği isim olup ülkemizde pek yaygınlaşmamıştır. Atilla Şentürk sahasında çok önemli olan eserine isim olarak Osmanlı Şiiri Antolojisi’ni vermiştir. Ona göre Osmanlı şiirinin kullanılmaması yeni kurulan devletin eskiyi unutturma çabasından dolayıdır. Aradan geçen bunca seneden sonra ilk devirlerdeki kaygı kalmadığına göre ‘Çağatay şiiri’ denildiği gibi ‘Osmanlı Şiiri’ de denilmelidir. (Şentürk 1999: X-XI) Metin Akkuş da, kitabına isim olarak Osmanlı Edebiyatı Araştırmaları: Makaleler, (2000) adını vermiştir. Bunlarla birlikte, her iki araştırmacı diğer eserlerinde farklı isimleri kullanmışlardır. ‘Osmanlı Edebiyatı’ coğrafi ve kronolojik bakımdan dönemi ve edebiyatını tam olarak karşılayamadığı konusunda eleştirilmektedir. (Okuyucu 2004: 122) Ortaçağ Türk Şiiri[2] gibi isimler de kullanılmışsa da pek yaygınlık kazanmamıştır.

Klasiklerin şerhleri klasik olabilir mi? Mesnevî örneği

[“Klasiklerin şerhi klasik olur mu? Mesnevi örneği” Bilim ve Sanat Vakfı Klasiği Yeniden Düşünmek Uluslararası Sempozyum, 7–10 Ekim İstanbul, İstanbul: Klasik Yayınları, 2008, s. 329-338.]

Klasiklerin şerhleri klasik olabilir mi? Mesnevî örneği

Sıralanan bu ölçülere göre, Doğu edebiyatında klasik olarak kabul edilen bir çok eser bulunmaktadır. Zaman içinde klasikleşen bu eserlerin, okuyucular tarafından daha iyi anlaşılması için kimi açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamalar, açıklaması yapılan metne göre hâşiye, hâmiş, talîk, telhîs, tahlîl ve tefsîr gibi isimlerle anılırken edebi eserler için “şerh” tercih edilmiştir.[2] Şerh, müşterek İslam kültürünün bir ürünüdür ve dinî metinleri anlama çabaları şerhi doğurmuştur.[3] Daha sonra bu yöntem edebi eserlere de uygulanmaya başlamıştır. Sâdî, Hâfız, Attâr, Mevlâna gibi Doğu edebiyatının zirve isimlerinin en az kendileri kadar şöhret bulan eserlerinin yanı sıra edebiyatımızın kimi büyük şairlerinin şiirleri, yüzyıllardan beri şerh edile gelmiştir.[4] Her biri bir klasik kabul edilen bu tip eserlere yapılan şerhler acaba klasikleşebilir mi? Bu bildiride bu sorunun cevabı Mevlâna’nın Mesnevî’si temel alınarak tartışılacaktır.

Mevlana’nın meşhur eseri, edebiyatımızda, üzerinde çok konuşulan, kendisinden sıkça bahsedilen ve çok okunan eserlerin başında gelir. Bulunmaması her ciddi kütüphanede bir eksiklik sayılan bu eserin, okuyucular tarafından daha iyi anlaşılması için yazıldığı tarihten bu yana defalarca tercüme ve şerh edilmiştir. Başlangıçta, birkaç beyit ve hikaye ile başlayan tercüme ve şerhler artarak ve yaygınlaşarak devam etmiş ve bugün koskoca bir literatür oluşturacak hale gelmiştir.

Mesnevî’den bahseden ve onun bir bölümünü şerh eden çok sayıda eser olmasına rağmen, Mesnevi’nin tamamı Türkçe olarak, günümüze kadar sadece sekiz kişi tarafından şerh edilmiştir.

MESNEVÎ’DEN SEÇİLEN BEYİTLERE BEŞ BEYİT İLAVESİYLE YAPILAN ŞERHLER

“Mesnevi’den Seçilen Beyitlere Beş Beyit İlavesiyle Yapılan Şerhler”, Uluslararası Mevlana Sempozyum Bildirileri 1, yay. haz. Mahmut Erol Kılıç, Celil Güngör, Mustafa Çiçekler, İstanbul: Motto, 2010, s. 473-484.

Mesnevî’den seçilen beyitlere beş beyit ilavesiyle yapılan şerhler

Mevlâna’nın meşhur eseri Mesnevî yazıldığı dönemden beri birçok defalar şerh ve tercüme edilmiştir.[2] Şarihler ve mütercimler içinde bulundukları durumlara göre bazen Mesnevî’nin tamamını (6 cilt), bazen belli bir bölümünü, bazen de kendilerinin seçtikleri kimi beyitleri şerh ve tercüme etmişlerdir. Biz bu bildiride Mesnevi’den seçilen beyitlere beş beyit ilave etmek suretiyle yapılan şerhler ve bu şerhlerin ortak özellikleri hakkında bilgi vermeye çalışacağız.

Âşık Çelebi’nin (ö. 1572) Meşâirü’ş-Şuârâ’sında Kurmacanın Yeri ve İşlevi

Aşık Çelebi’nin Meşâşirü’ş-Şuarâ’sında Kurmacanın Yeri ve İşlevi¨ VIII. Milletlerarası Türkoloji Kongresi 30 Eylül-04 Ekim 2013 İstanbul, Bildiri Kitabı III, ed. Mustafa Özkan vd, İstanbul: İstanbul Üniversitesi, 2014, s. 209-224.

Âşık Çelebi’nin (ö. 1572) Meşâirü’ş-Şuârâ’sında Kurmacanın Yeri ve İşlevi

Tezkireler biyografik eserlerdir. Biyografisi verilen kimseler ise şairlerdir. Anadolu sahasında Sehî Bey (ö. 1548) ile başlayan tezkire geleneği asırlar boyunca sürmüş, her asırda bir önceki asra göre daha fazla eser verilmiştir. Tezkirelerin özelliği şairlerin biyografilerini şiirlerinden seçtikleri örnekle vermeleridir. Şairin büyüklüğü ve tezkirecinin şaire olan bakış açısına göre şairler hakkındaki ifadeler değişmekle birlikte dikkatlice incelendiğinde tezkirecilerin sözlerinde edebi bir endişe taşıdıkları görülür.

Bu endişeyi tezkerelerde iki şekilde görürüz. Birincisi şairleri ve şiirleri anlatırken benzetmeler yapmaları, şairle ilgili bir takım hususları çağrıştıran kelimeler kullanmaya özen göstermeleri ve metindeki ahenk unsurları ile söz sanatlarıdır. İkincisi ise metni oluştururken adeta basit bir biyografik bilginin ötesine çıkarak yarı kurmaca bir metin kurmalarıdır. Bu bildiride tezkirelerin edebi metin olarak taşıdığı özellikleri Âşık Çelebi’nin meşhur tezkiresinde yer alan Figânî maddesi üzerinde göstermeye çalışılacaktır.

NECATÎ BEY DİVANI’NDA TOPLUMSAL ELEŞTİRİ VAR MI?

Necati Bey devrinin büyük şairlerinden olup şiirleri asırlardan beri okunagelmektedir. Bu bildiride şairin divanında toplumsal eleştiri olup olmadığı tartışılacak ve bunun nedenleri üzerinde durulacaktır.

Edebi eserler üzerinden toplumun sorunları irdeleme konusu Eflatun’dan bu yana tartışma konusu olagelmiştir. Realist romanın ortaya çıkmasıyla da edebi eserlerde doğrudan konu olmaya başlamıştır. Marksistler ise özellikle değiştirmek istedikleri toplumun zayıf yönlerini ortaya çıkarmayı adeta yazmanın sebebi olarak görmüşlerdir. Onlara göre ancak mevcut düzenin olumsuzluklarını ve kötülüğü iyice anlaşılırsa toplumlar daha adil olduğuna inanılan bir başka düzene geçme arzusunu duyabilirler.

Mutasavvıf Şairlerde ‘Zindan’ Kavramı

Divan şairleri arasında bu kadar farklı anlamlarda kullanılan zindanın, mutasavvıf şairlerin şiirlerinde, yukarıda benzetilen unsurların yanında genel olarak üç ana kavram altında kullanıldığı görülür. Bu kavramlar; telmih ve teşbih yoluyla Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. Yûsuf kıssası, iktibas yoluyla Hz. Muhammed’in “Dünya müminin zindanıdır.” Hadis-i şerifi ve îhâm yoluyla da Eflatun’un mağara alegorisidir. Bunların dışında her şairin kendi şiir anlayışı içinde zindanı benzettiği unsurlar da vardır.

Kuran’da geçen Hz. Yûsuf kıssası:

Yûsuf kıssası, metinlerde bazen tahkiye, bazen de teşbih yoluyla işlenmektedir. Sufiliğin tarifinin yapıldığı ilahinin şu kıtasını birincisine örnek olarak verebiliriz:

Yıllar sonra yeniden Peyami Safa

[İsmail Güleç, “Yıllar Sonra Yeniden Peyami Safa”, Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 220 (Temmuz 2008), s. 75-77.]

 

Peyami Safa’yı en son öğrenciyken okumuştum. Birkaç romanı ile birkaç da düşüncelerini paylaştığım eserini. O dönemde okuduğum birçok kitap gibi onlardan da hafızamda pek bir şey kalmamış. İnsanların sağcı-solcu diye ikiye ayrıldığı bir dönemde sağcı olduğu ve iyi bir romancı olarak kabul edildiği kanaatinden başka. Geçtiğimiz hafta bir münasebetle onun Matmazel Noraliya’nın Koltuğu isimli eserini yeniden okudum. Bu okumamda dikkatimi çeken bir takım hususlar oldu. Bu yazıda sizinle onları paylaşacağım.

Mesnevî-i Şerîf'in Üçüncü Beytine Farklı Bir Şerh Denemesi

Mesnevî’nin bir çok isminden biri Mağz-ı Kuran, diğeri de Keşşâfu’l- Kuran’dır. Bu isimlerle anılmasının nedeni altı ciltten oluşan Mesnevî’de lafzen ve mealen iktibas edilen ayet sayısının 700 kadar olmasıdır. Bu sayıya telmih yoluyla işaret edilen ayetleri de ilave edecek olursak bin beş yüz kadar ayet tefsir edilmiş olmaktadır. Bu rakam Kur’ân’ın yaklaşık dörtte birine tekabül etmektedir ve Mesnevî’nin aynı zamanda iş’ârî bir Kur’ân tefsiri olduğunu göstermektedir.

Romantizma

Romantizma


-Öğretmenim, öğretmenim!

-Efendim yavrum.

-Bir sorum var.

-Sor kızım.

-Romantizm nedir öğretmenim?

-Evet çocuklar. Arkadaşınızın sorusunu duydunuz. Kim cevap vermek ister?

-Öğretmenim iyi duyamadık.

-Soru tam olarak neydi?

-Ormantizma gibi bir şeydi sanırsam.

Bir Yunus Emre şarihi

Bir Yunus Emre şarihi olarak İsmail Hakkı Bursevî ve şerhleri

Yunus Emre’nin meşhur ‘Çıktım erik dalına’ mısraıyla başlayan şiirini de şerheden Bursevî’nin, Rûhü’l-Mesnevî’sinde şiirlerinden en çok örnek verdiği şairler sıralamasında Aziz Mahmut Hüdâyî 50 kere ile ilk sırayı almaktadır. Onu 34 ile Muha

mmediye yazarı Ahmet Bicân ve 18 ile Yunus Emre takip etmektedir. Yunus Emre’den sonra Fuzulî, Nef’î, Veysî ve Bâkî gelmektedir.[1]

İsmail Hakkı Bursevî, 17. Asrın önemli mutasavvıflarındandır. Yüzü aşkın eseri arasında özellikle Kuran tefsiri Rûhü’l-Beyân ile Mesnevî şerhi olan Rûhû’l-Mesnevî en önemli eserleri olarak gösterilebilir. Rûhü’l-Mesnevî’yi şerh ederken Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerden bolca örnekler vermiştir. Arap edebiyatından 16, Fars edebiyatından 19 şairin şiirlerini kullanan Bursevî, Türk edebiyatından ise 49 şairden örnekler vermiştir.

Hüdhüd ile karga arasındaki kavga biter mi?

Hüdhüd ile karga arasındaki kavga biter mi?

Hüdhüd, geleneğimizde ve edebiyatımızın önemli figürlerinden biridir. Kutsal kitabımızda zikredilen bir kuşun edebiyatımıza ve geleneğimize böylesine yaygın bir şekilde girmesi çok şaşırtıcı olmamalı.

Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresinde geçer. Bu surede, hüdhüd öncü ve kılavuz bir kuş olarak anlatılır. 16-35. ayetler arasında anlatılan olayı kısaca özetleyelim.

Rafet Elçi’nin Şair isimli romanı üzerine

İsmini daha önce duymadığım ve hiç bir eserini okumadığım Rafet Elçi’nin Şair (İstanbul: Fanus Yayınları 2011) isimli romanını bir arkadaşımın evinde tesadüfen gördüm ve konusu şiir ve şair olduğu için dikkatimi çekti ve alıp okudum. Son sözümü ilk baştan söyleyeyim: Beğendim ve etkilendim. 550 sayfalık kitabı üç günde bitirdim. O kadar sürükleyici idi ki ara verdiğim zamanlarda bile aklım kitapta idi ve bir an önce gidip kitabı okumak istiyordum.

Burada kitabın konusunu özetleyip henüz okumamışların meraklarını gidermek istemem. Ancak bazı şeyleri anlatabilmek için kısa da olsa kitapta anlatılanlardan bahsetmem gerekecek.

PTT’nin Divan-ı Kebir’i

Geçen senenin (2012) sonuna doğru elime çok güzel bir eser geçti. Hz. Pir’in yedi cilt olarak namzettiği, Divân-ı Kebîr’i. PTT, Mevlana Müzesi Yazma Eserler Kütüphanesinde 68 ve 69 numaralarında kayıtlı nüshanın tıpkı basımını aslına uygun bir şekilde çok güzel bir tıpkıbasımını yapmış. Gölpınarlı’ya göre bu en mükemmel ve güzel nüshanın tıpkı basımını yaparak ilim ve kültür hayatımıza kazandırılmasını sağlayan PTT hem kitapseverlerle, hem de Hz. Pir’in muhiplerine güzel bir armağan vermiş oldu.

Çok Önemli Bir Mektup

Uzun zamandan beri beklediğim bir mektuptu. Postaya verildiğini biliyordum ancak, elime ne zaman geçeceğini bilmiyordum. Oturduğum semtte posta dağıtımı biraz sorunlu olduğu için mektubun elime geçip geçemeyeceği konusunda endişeliydim. Her akşam eve gelir gelmez ilk önce “Mektup geldi mi?” diye sorar, sonra “Selamün aleyküm” derdim. Hanım ve çocuklar bu sorumu o kadar kanıksadılar ki “Mektup gelmedi, aleyküm selam” şeklinde cevap verir oldular. Sonraki günlerde ise çocuklar için bir yarış vesilesi oldu bu mektup meselesi. “Babama mektubun gelmediğini önce kim söyleyecek?”ti yarışın adı. Benim eve geldiğimi anlar anlamaz ikisi birden içeriden koşarak kapıya gelirler ve “Mektup gelmedi” diye bağırmaya başlarlardı. Ben ilk seferinde çocuklardaki bu telaşı görünce bana müjde vermek için koşuşturduklarını düşünmüş ve bayağı bir sevinmiştim. Meseleyi anlayınca üzülmüş, benim üzülmem hanımı da üzmüştü.

Çok Önemli Bir Resim

-   Hiçbir şey anlamadım!
-   Aman bey! Çocuğun yanında çok güzel olmuş, de. Üzülür sonra yavrucak.
- İyi de, gerçekten ben hiç bir şey anlamadım!
- Yahu sen hiç çocuk psikolojisinden anlamıyorsun. Henüz altısında. Bir şeye benzemese
de resim yapmaya çalışıyor. Sen resmine değil, resim yapma gayretine aferin de,
takdir et.
-  Çocuk cin gibi. Beğenmediğim halde güzel olmuş dersem anlamaz mı? Sonra kaş yapayım
derken göz çıkarmayayım?
- Sen beni hasta edeceksin bey! Alt tarafı bir çocuğun çizdiği bir sürü resimden
biri. Memleket meselesi haline getirme lütfen.
- Nasıl olacak bilmiyorum bu dediklerin. Ama deneyeceğim.
- Hiçbir şey bilmiyorsan ve anlamadıysan kendisine sor. Hem hoşuna da gider yaptıklarını
anlatmak.
- Peki, senin dediğin gibi olsun.
 
 

Asaf Halet Çelebi'de Gölpınarlı Eleştirisi

Asaf Hâlet Çelebi Mevlana ve Mevlevilik (Ankara: Hece Yayınları 2002) adlı kitabında Gölpınarlı’yı dört yerde tenkit etmektedir.

İlk eleştiri sema esnasında yapılan hareketlerin tasavvufi sembolleri üzerine Gölpınarlı’nın yaptığı yorumlaradır. Asaf Hâlet bu yorumları aşırı zorlama ve uydurma bulmaktadır. Gölpınarlı’nın Mevlevilik üzerine yazdığı kitabı hakkında da oldukça ağır ifadeler kullanmaktadır.

Mevlana’nın Eflatun’dan farkı nedir?

 

Mevlana’nın Eflatun’dan farkı nedir?

Sokrates ve Eflatun, kimi alimler ve mutasavvıflarca bir veli kabul edilir. Onun, hocası Sokrates’ten naklettiği konuşmalarda tasavvufa benzer o kadar çok yön bulursunuz ki şaşırır kalırsınız, veli olduğunu söyleyenlere hak verecek duruma gelirsiniz. Özellikle Devlet isimli eserinde ideal bir şehir hayatının nasıl olması gerektiğini anlatırken çocukların nasıl yetiştirilmesi gerektiği üzerinde durduğu ve bilgiye nasıl ulaşılacağını anlattığı bölümlerde inanılmaz derecede benzerlikler görebilirsiniz.

Ben meramımı lafı uzatmadan bir örnek üzerinden anlatmaya çalışacağım.

Bu kitap kendiliğinden oluştu.

  

İsmail Güleç’le Annemden Duyduklarım kitabı üzerine söyleşi

Röportaj: Kamil Büyüker

  

-Kutluca köyü ve annenizden duyduklarınız… Kitabınızın ortaya çıkışı nasıl oldu, öyküsü nedir?

Aslında başlangıçta bu konuda bir kitap hazırlamak gibi bir niyetim yoktu. Rahmetli annem zaman zaman çok ilginç deyim ve atasözleri söylerdi. Ben de ilginç bulduklarımı kaydederdim. Ablamdan, halalarımdan, amcalarımdan, dayımlardan duydukça da not etmeye başladım. Bu sefer annemin köyünün deyimlerini toplamaya başladım. Bir ara yörenin mahalli gazetelerinde aylık yazılar gönderirdim. Bu yazılarda atasözlerini ve deyimleri açıklamaya başladım. Böylece birikmeye başladı. Evlenip çocuk sahibi olunca da çocuklarımın da annemin sözlerini öğrenmeleri gerektiğini düşünürdüm. Annem rahmetli olduğu için böyle bir şansları yoktu çocuklarımın. Ben de hem onlara hiç görmedikleri babaannelerini sevdirmek ve tanıtmak hem de sözlü kültürü hiç olmazsa bir yönüyle aktarmak için topladığım ve bir kısmını da açıkladığım atasözü ve deyimleri kitaplaştırmaya karar verdi. Herkesin annesinin olduğu gibi annem de benim için çok özel biriydi. Ben ona doyamadım, yeteri kadar evlatlık yapamadım. Hizmetinde bulunamadım. Vefat ettiğinde üniversite son sınıf öğrencisiydim ve bir çok şeyin farkında da değildim. Bu kitapla anneme olan sevgimi ve özlemimi de muşahhaslaştırmış oldum. Benim için çok önemli bir yanı da budur. Yazarken hiç düşünmediğim ve amaçlamadığım bir faydasının daha olacağını düşünüyorum. O da şudur: Türkçe ve Türk sözlü kültürüne küçük de olsa bir katkıda bulunmak.

Yahya Kemal’de Lâmii Çelebi Etkisi

Yahya Kemal’de Lâmii Çelebi Etkisi*

 

İsmail Güleç

Özet

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatın önde gelen şairlerinden Yahya Kemal’in şiirlerinde eski edebiyatımızın izleri sıkça görülür. Yahya Kemal eski edebiyatımızdan hem nazım biçim ve türleri bakımından, hem de muhteva bakımından etkilenmiş ve şiirini zenginleştirmiştir. Bu makalede Yahya Kemal’in bir şiiriyle Lami Çelebi’nin bir gazeli arasındaki konu ve söyleyiş benzerliğine dikkat çekilmiştir.

Dağılmış incileri toplamaya’ yardım etmek

Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 4/6 (Fall 2009) s. 213-230.

 

‘Dağılmış incileri toplamaya’ yardım etmek:

Şerh Tasnifi Meselesine Küçük Bir Katkı

İsmail Güleç*

OZET

Prof. Dr. Atabey Kılıç, 12–13 Nisan 2007 yılında İstanbul Üniversitesi’nde tertip edilen Prof. Dr. Abdülkadir Karahan Anısına I. Uluslararası Klasik Edebiyat Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinde şerhlerin geçmişten günümüze henüz teorik bir zemine oturtulmadığı üzerinde durmuş, konunun önemine dikkat çektikten sonra şerhleri çeşitli yönlerden tasnif etmişti. Prof. Kılıç, tasnifinde şerhleri, geleneksel-modern, manzum-nesir, dil ve muhteva olmak üzere dört ana başlık altında örnekler vererek incelemişti. Biz de bu bildirimizde, Mesnevî şerhlerini biçim ve muhtevalarına göre tasnif etmeye çalışarak şerh geleneğimizi teorik zemine oturtma çalışmalarına katkıda bulunmak istiyoruz.

TEKKE EDEBİYATI MI, TASAVVUF EDEBİYATI MI?

TEKKE EDEBİYATI MI, TASAVVUF EDEBİYATI MI?*

İsmail GÜLEÇ[1]

Öz

Edebiyatımızın önemli damarlarından olan tasavvufi edebiyatın isimlendirilmesi tartışılan konulardandır. İlk başlarda Türk halk edebiyatı kitaplarının bir bölümü olarak değerlendirilen bu tür, daha sonra müstakil kitapların konusu olmaya başlamakla beraber, isimlendirilmesinde ortak bir görüş oluşturulmuş değildir. Tam olarak belirlenemeyen bir diğer husus da tasavvufi şiir ve mutasavvıf şair tanımlamalarından ne anlaşılacağıdır.

Bu bildiride tasavvuf edebiyatının çerçevesini tespit etme önerisinde bulunulacak ve ‘Mutasavvıf şair kimdir?’ ve ‘Tasavvufi şiir nedir?’ sorularına cevaplar verilmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, Tekke edebiyatı, tasavvuf edebiyatı, tasavvufi şiir.
New layer...

İki Manzum Nasreddin Hoca Fıkraları Kitabının karşılaştırması

[“İki Manzum Nasreddin Hoca fıkralarının karşılaştırılması”, Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 138–9 (Eylül-Ekim 2001), İstanbul 2001, s. 137–140.]

İki Manzum Nasreddin Hoca Fıkraları Kitabının karşılaştırması

 

Biz, bu yazımızda, iki farklı alfabe ile yayınlanan iki manzum Nasreddin Hoca fıkra kitabının karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız. Bunlar; Köprülüzâde Mehmet Fuad’ın Nasreddin Hoca, Manzum Hikayeler başlığını taşıyan eseri ile Sami Ergun’un Manzum Nasreddin Hoca Fıkra ve Hikayeleri isimli eseridir.

Hamdî ve Naatları

[İsmail Güleç, “Hamdî ve Na’tları”, Yedi İklim Edebiyat, Kültür, Sanat Aylık Dergi, 194 (Mayıs 2006), s. 183- 187.] 

Hamdî ve NaatlarI

 

 Son devir tefsir ve fıkıh alimlerinden Ahmet Hamdi Serbest 1864’te İskilip’in Ulaştepe mahallesinde doğdu. Babası Serbestzâde Hasan Efendidir. İlk öğrenimine İskilip Hacı Nuh Mektebinde başladı. Rüşdiyeyi de aynı yerde bitirdi. Daha sonra İskilip Tabakhane Medresesine devam etti.

Hallac’ın Bilinmeyen Bir Menkıbesi mi, Yahut Tarak-nâme mi?

“Hallac’ın Bilinmeyen Bir Menkıbesi mi, Yahut Tarak-nâme mi?”,

Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi: The Journal of Turkish Studies, 18 (Bahar 2008), s. 109–122.] 

Hallâc’ın bilinmeyen bir menkıbesi mi, yahut Tarak-nâme mi?

İsmail Güleç* 

 

ÖzetLokmani Dede (ö. 1519) Menâkıb-ı Mevlâna isimli mesnevisinde aşk eri olmanın zorluklarından bahsederken verdiği Hallâc-ı Mansur (ö. 922) örneğinde bir tarağın hikayesinden bahsetmektedir. Bu hikâyede tarağın dağda bir ağaç iken nasıl tarak haline getirildiği güzel bir şekilde özetlenmektedir. Bu çalışmada bahsedilen hikâyenin Mansur’un bilinmeyen bir menkıbesi olup olmadığı tartışılacak ve tarağın macerası ile Hallâc’ın hayatındaki benzerlikler tespit edilmeye çalışılacaktır.

Atalar sözü boş söylemez

[“Atalar sözü boş söylemez”, Us Düşün ve Ötesi, 8 (Bahar 2003), s. 201–208.]   

 Atalar sözü boş söylemez

Daha önceki yazılarımızda, sözlü halk edebiyatımızın fıkra ve masal gibi iki önemli türünün tasavvufî bir bakış açısıyla da yorumlanabileceğini örneklerle açıklamaya çalışmıştık.[1] Bu yazıda ise, masal ve fıkra gibi halk kültürü ve edebiyatının önemli türlerinden olan atasözleri ve deyimlerin de tasavvufî bir bakış açısıyla yorumlanabildiğini üç mutasavvıftan alınan örneklerle gösterilmeye çalışılacaktır. Uzun deneme ve gözlemlere dayanarak söylenmiş ve halka mal olmuş sözlere ‘atasözü’ diyoruz.

Balık Baştan Kokar


Bildik bir hikâyedir, hoş kafa, boş kafa ve taş kafa. Hoca efendinin birine sormuşlar, hoş kafa, taş kafa ve boş kafa kime derler, diye. Hoca efendi cevap vermiş: Hoş kafa denileni anlayan ve ona göre davranan kimsedir. Kendisinden büyük ve tecrübeli biri bir şey dediğinde onu güzelce dinleyip gereğini yerine getiren kafa hoş kafadır. Boş kafa ise kendisine denilenlerin bir kulağından girip öbür kulağından çıktığı kimsedir. Bunlar dinler gibi görünürler ama söylenilenlere hiç itibar etmezler. Taş kafa ise kulağından içeri sözün girmediği kimseler için söylenir. Ha taş kafaya söylemişsin, ha duvara.Hakikat tarafından baktığımızda bu durum şöyledir: Hoş kafa dinlediği kamil mürşidin sözlerini anlayan, onlarla amel eden güzel huylu kimselerdir. Boş kafa sohbetlere katılmayı isteyen, seven, ancak o halden çıkınca unutup yine bildiği gibi davrananlardır. Taş kafa ise sohbetlere katılmayı aklına bile getirmeyen kimselerdir.

Halk Edebiyatına Dair Yazılar

Eski Türk Edebiyatı Dersleri Nasıl Olmalı?

*

İsmail GÜLEÇ**

Eğitim Fakültelerinin Türkçe Eğitimi Bölümleri programlarında üçüncü ve dördüncü dönemlerde okutulmak üzere Eski Türk Edebiyatı I ve II dersleri bulunmaktadır. Bu derslerin ilki olan Eski Türk Edebiyatı I’in müfredatında 15-16. yy. Türk edebiyatından seçme metinler üzerinde inceleme çalışmaları, dönemin dil anlayışı, toplumsal durumu ve dünya görüşünü ortaya koyacak çalışmalar ile Divan Edebiyatının temel özellikleri, belli başlı türleri ve önemli temsilcileri yer alıyor. Eski Türk Edebiyatı II dersinde ise 17.-18. yy. Türk edebiyatından seçme metinler üzerinde inceleme çalışmaları, aruz ölçüsünün temel mantığı, aruz öğretiminde karşılaşılan sorunlar, aruz ölçüsünün melodisini öğretmeye yönelik çözümleme çalışmaları, aruz ölçüsünün Türkçe ve edebiyat öğretiminde kullanmaya yönelik modern çalışma biçimleri ve yöntem geliştirme yer alıyor. Müfredata göre nazım biçim ve türlerinin ilk dönem, aruzun ise ikinci dönem ağırlıklı olarak işlenmesi öngörülmektedir.

Anonim Halk Edebiyatının Tasnifine Dair Bir Öneri

Özet

Anonim halk edebiyatı deyince daha çok âşık ve tekke edebiyatından bağımsız düzenleyeni ve söyleyeni bilinmeyen, kendine has bir dil ve üslubu olan sözlü kültür akla gelmektedir. Başlangıcı İslamiyet öncesi döneme kadar uzanan halk edebiyatı İslamiyet’le birlikte biçimde pek fazla değişiklik olmadan muhtevada değişmeye başlamıştı. Tarihinin bu kadar eskilere gitmesine ve yaygın olmasına rağmen maalesef bu konuda yapılan çalışmalar geçen yüzyılın başlarında görülmeye başlandı. Günümüzde ise hem sahada çalışanların sayısı, hem de gördüğü ilgi bakımından kısa sayılabilecek bir geçmişe rağmen çok iyi bir noktaya geldiği görülmektedir. Bu gelişimde üniversitelerdeki Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması ve buralarda yaptırılan halk edebiyatı ile ilgili tezlerle, halk edebiyatı araştırmacılarının yayınlarının büyük bir etkisinin olduğu muhakkaktır.

Bu kadar kısa sürede görülen büyük gelişme doğal olarak bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların önemlilerinden biri kanaatimizce Anonim Halk Edebiyatı’nın tasnifi meselesidir. Bu çalışmada bu sorun üzerinde durulacak ve bugüne kadar yapılan tasnifler sıralandıktan sonra yeni bir tasnif önerisinde bulunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Anonim halk edebiyatı, tasnif, halk edebiyatı

Tasavvuf Edebiyatına Dair Yazılar

İsmail Emre ve Nasrettin Hocanın fıkralarına farklı bir yaklaşım

Nasrettin Hoca Anadolu insanının ortak dilidir. Onun şöhreti yetiştiği topraklarda kalmayıp Romanya'dan Pakistan'a kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Türkçe konuşulan bu toprakların yanı sıra bir çok Avrupa dilin 17. asırdan beri tercüme edilmiş ve okumuştur. Nasrettin Hoca sadece bize has olmayıp fıkraların benzerleri dünyanın her tarafında anlatılmakta ve insanları güldürürken düşündürmeye devam emmektedir. Fıkraları yüzyıllar boyunca anlatılmış ve çağlar ötesine mesajlar vermiş ve vermeye de devam edecektir. Nasrettin Hoca üzerinde en çok araştırma yapılan şahsiyetlerden biridir. Onun bir halk bilgesi olduğu ve fıkralarının hepsinde birer hikmet gizli olduğu onun hakkındaki ortak kanaattir. Nasrettin Hocanın fıkraları genellikle ahlak ve ibret bakımından değerlendirilmekte ve onun her fıkrasının son cümlesi adeta ata sözü gibi dillerde dolaşmakta ve yeri geldikçe de söylenmektedir. Hatta bu son cümleler, adeta herkesin bildiği bu fıkraların kod numarası gibi söylendiğinde fıkranın tamamı hatırlanmaktadır.

İslam ve Edebiyatımız

Sevgili öğrenciler, değerli hocalarım, kıymetli misafirler,

Sizlere bir soru sorarak başlamak istiyorum konuşmama. Lütfen şu dizelere bir göz atar mısınız? Sizce bu dizeleri kim, neden ve kime söylemiş olmalı?

Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi
Suat'ı alıp götürdüler, gönlüm öyle kırık ki!

Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin,
Tan vakti Suat göçtü buralardan. 
O ne mağrur bakışlardı Rabbim ve ne müstağni.

Suat ki boyu altın ölçüde; önden bakılınca zarif nahif, incecik belli,
Tombul görünüşlü arkadansa, arka çizgileri bile belli.

Gülerken dişlerinde kar yağar gibi bir kış aydınlığı ,
Öyle beyaz, onları şarapla yıkıyorlar durmadan sanki.

Vâdi açık. Kuşluktur. Çakıllarda kuş sesli serin sular.
Kuzey yelleriyle serin sular gibi saf ve ışıklı Suat'ın ağzındaki.

Dede Korkut’u bilen dini ve tasavvufu daha iyi bilir

Şimdi durup dururken bu da nereden çıktı diyenleriniz olabilir. Cümleyi iddialı da bulabilirsiniz. Bir yerden çıkmadı ve iddiam felan da yok. Gündemin yoğunluğundan ve ağırlığından biraz kurtulalım istedim. Hayat devam ediyor ve biz de yavaş yavaş işimize gücümüze dönelim. Pazar sabahı aklıma takılanları paylaşmak istedim, zevkimize ve neşemize ortak aradım, hepsi bu.

Dede Korkut ismini bilmeyen, duymayan yoktur. Ama tüm hikayelerini okuyanımız sanırım o kadar çok değil. MEB Yüz Temel Eser arasına almasına rağmen piyasada kısaltılmış ve özetlenmiş kolay ve çabuk okunan versiyonları çoğaldı. Adet yerini bulsun diye de alınıp şöyle gözden geçiriliyor. Dede Korkut’un önemini bilen ebeveynler özel bir hassasiyet gösterip okutuyorlar. Bazı öğretmenler de konu üzerinde duruyorlar. Ama bunun yaygın olduğunu söylemek sanırım biraz zor. Hatta daha da ileri gidip gereksiz görenler var. Elimde yetki olsa bir KHK ile ben de Dede Korkut’u önemsiz görüp üzerinde durmayan Türkçe öğretmenlerini meslekten atardım.

Neyse, biz konumuza dönelim ve ne demek istediğimizi iki örnek üzerinden anlatmaya çalışalım.

¨İslami Türk Edebiyatı¨ İsmi Üzerine Bir Değerlendirme

Edebiyat tarihimizde XIII-XVIII. asırlar arasındaki dönemi isimlendirmek hâlen tartışılan bir konudur. Henüz kesin ve herkes tarafından kabul edilmiş bir isim bulunmamakla birlikte Klâsik Türk Edebiyatı son yıllarda daha çok tercih edilen isim olmuştur.

Başlangıçta bu dönem edebiyatına, şiir-i kudema, edebiyat-ı kadime, edabiyat-ı atika gibi isimler verilmişken Cumhuriyet döneminden itibaren ‘Eski Türk Edebiyatı’ kullanılmıştır. ‘Yüksek Zümre Edebiyatı’, ‘Enderun Edebiyatı’, ‘Ümmet Çağı Türk Edebiyatı’ ve ‘Saray Edebiyatı’ gibi isimler genellikle muarızlar tarafından tahkir ve tazyif etmek için verilmiş olup araştırmacılar arasında kabul görmemiştir. Bunların yanında ‘Havas Edebiyatı’, ‘Elit Edebiyatı’, ‘Dinî Edebiyat’ gibi başka isimler verilmişse de tutmamıştır. (Akün 1994: 389) ‘Osmanlı Edebiyatı’ ise daha çok şarkiyatçıların ve yabancı Türkologların[1] tercih ettiği isim olup ülkemizde pek yaygınlaşmamıştır. Atilla Şentürk sahasında çok önemli olan eserine isim olarak Osmanlı Şiiri Antolojisi’ni vermiştir. Ona göre Osmanlı şiirinin kullanılmaması yeni kurulan devletin eskiyi unutturma çabasından dolayıdır. Aradan geçen bunca seneden sonra ilk devirlerdeki kaygı kalmadığına göre ‘Çağatay şiiri’ denildiği gibi ‘Osmanlı Şiiri’ de denilmelidir. (Şentürk 1999: X-XI) Metin Akkuş da, kitabına isim olarak Osmanlı Edebiyatı Araştırmaları: Makaleler, (2000) adını vermiştir. Bunlarla birlikte, her iki araştırmacı diğer eserlerinde farklı isimleri kullanmışlardır. ‘Osmanlı Edebiyatı’ coğrafi ve kronolojik bakımdan dönemi ve edebiyatını tam olarak karşılayamadığı konusunda eleştirilmektedir. (Okuyucu 2004: 122) Ortaçağ Türk Şiiri[2] gibi isimler de kullanılmışsa da pek yaygınlık kazanmamıştır.

MESNEVÎ’DEN SEÇİLEN BEYİTLERE BEŞ BEYİT İLAVESİYLE YAPILAN ŞERHLER

“Mesnevi’den Seçilen Beyitlere Beş Beyit İlavesiyle Yapılan Şerhler”, Uluslararası Mevlana Sempozyum Bildirileri 1, yay. haz. Mahmut Erol Kılıç, Celil Güngör, Mustafa Çiçekler, İstanbul: Motto, 2010, s. 473-484.

Mesnevî’den seçilen beyitlere beş beyit ilavesiyle yapılan şerhler

Mevlâna’nın meşhur eseri Mesnevî yazıldığı dönemden beri birçok defalar şerh ve tercüme edilmiştir.[2] Şarihler ve mütercimler içinde bulundukları durumlara göre bazen Mesnevî’nin tamamını (6 cilt), bazen belli bir bölümünü, bazen de kendilerinin seçtikleri kimi beyitleri şerh ve tercüme etmişlerdir. Biz bu bildiride Mesnevi’den seçilen beyitlere beş beyit ilave etmek suretiyle yapılan şerhler ve bu şerhlerin ortak özellikleri hakkında bilgi vermeye çalışacağız.

Mutasavvıf Şairlerde ‘Zindan’ Kavramı

Divan şairleri arasında bu kadar farklı anlamlarda kullanılan zindanın, mutasavvıf şairlerin şiirlerinde, yukarıda benzetilen unsurların yanında genel olarak üç ana kavram altında kullanıldığı görülür. Bu kavramlar; telmih ve teşbih yoluyla Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. Yûsuf kıssası, iktibas yoluyla Hz. Muhammed’in “Dünya müminin zindanıdır.” Hadis-i şerifi ve îhâm yoluyla da Eflatun’un mağara alegorisidir. Bunların dışında her şairin kendi şiir anlayışı içinde zindanı benzettiği unsurlar da vardır.

Kuran’da geçen Hz. Yûsuf kıssası:

Yûsuf kıssası, metinlerde bazen tahkiye, bazen de teşbih yoluyla işlenmektedir. Sufiliğin tarifinin yapıldığı ilahinin şu kıtasını birincisine örnek olarak verebiliriz:

Mesnevî-i Şerîf'in Üçüncü Beytine Farklı Bir Şerh Denemesi

Mesnevî’nin bir çok isminden biri Mağz-ı Kuran, diğeri de Keşşâfu’l- Kuran’dır. Bu isimlerle anılmasının nedeni altı ciltten oluşan Mesnevî’de lafzen ve mealen iktibas edilen ayet sayısının 700 kadar olmasıdır. Bu sayıya telmih yoluyla işaret edilen ayetleri de ilave edecek olursak bin beş yüz kadar ayet tefsir edilmiş olmaktadır. Bu rakam Kur’ân’ın yaklaşık dörtte birine tekabül etmektedir ve Mesnevî’nin aynı zamanda iş’ârî bir Kur’ân tefsiri olduğunu göstermektedir.

TEKKE EDEBİYATI MI, TASAVVUF EDEBİYATI MI?

TEKKE EDEBİYATI MI, TASAVVUF EDEBİYATI MI?*

İsmail GÜLEÇ[1]

Öz

Edebiyatımızın önemli damarlarından olan tasavvufi edebiyatın isimlendirilmesi tartışılan konulardandır. İlk başlarda Türk halk edebiyatı kitaplarının bir bölümü olarak değerlendirilen bu tür, daha sonra müstakil kitapların konusu olmaya başlamakla beraber, isimlendirilmesinde ortak bir görüş oluşturulmuş değildir. Tam olarak belirlenemeyen bir diğer husus da tasavvufi şiir ve mutasavvıf şair tanımlamalarından ne anlaşılacağıdır.

Bu bildiride tasavvuf edebiyatının çerçevesini tespit etme önerisinde bulunulacak ve ‘Mutasavvıf şair kimdir?’ ve ‘Tasavvufi şiir nedir?’ sorularına cevaplar verilmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, Tekke edebiyatı, tasavvuf edebiyatı, tasavvufi şiir.
New layer...

Hallac’ın Bilinmeyen Bir Menkıbesi mi, Yahut Tarak-nâme mi?

“Hallac’ın Bilinmeyen Bir Menkıbesi mi, Yahut Tarak-nâme mi?”,

Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi: The Journal of Turkish Studies, 18 (Bahar 2008), s. 109–122.] 

Hallâc’ın bilinmeyen bir menkıbesi mi, yahut Tarak-nâme mi?

İsmail Güleç* 

 

ÖzetLokmani Dede (ö. 1519) Menâkıb-ı Mevlâna isimli mesnevisinde aşk eri olmanın zorluklarından bahsederken verdiği Hallâc-ı Mansur (ö. 922) örneğinde bir tarağın hikayesinden bahsetmektedir. Bu hikâyede tarağın dağda bir ağaç iken nasıl tarak haline getirildiği güzel bir şekilde özetlenmektedir. Bu çalışmada bahsedilen hikâyenin Mansur’un bilinmeyen bir menkıbesi olup olmadığı tartışılacak ve tarağın macerası ile Hallâc’ın hayatındaki benzerlikler tespit edilmeye çalışılacaktır.

Yazılarım

ismailgulec.net